YURDU TENİNDE DUYMAK...
Görmeyi en çok istediğim illerimizdendi Van. Adını taşıyan “canavar”la ilgili
değil kuşkusuz. Ama Van gölünü görmek istiyordum. Görmek değil yüzmek bile
kısmet olacakmış...
Bir zamanlar, yirmili yaşlarımın en başında, Ege’nin bütün körfezlerinde yüzmek
amacıyla, uyku tulumu ve bir sırt çantasıyla Bursa’dan Bandırma’ya doğru
yürüyerek yola koyulmuştum... Bir ay içinde amacım gerçekleşmişti... Van
Gölü’nde yüzmek yıllar sonra bana bir hedef daha kazandırdı:(İznik, Sapanca ve
Van göllerinin ardı sıra) Türkiye’nin bütün göllerinde yüzmek... İnsan yurdunu
teninde duyarak yaşamalı...(Bu duygumu birkaç şiirimde yazmıştım...)
*** *** ***
Gidip görmediğiniz, teninizde duymadığınız yer gerçekten yurdunuz sayılabilir
mi?
Nâzım Hikmet ilk gençlik döneminde İstanbul’dan Anadolu’ya geçtiğinde ilk kez
karşılaşmıştı ülke gerçeğiyle... “Yalınayak” bu karşılaşmanın ve tende yaşamanın
ürünüdür...
Sonraki yıllarda aynı gerçekliği cezaevlerinde yaşadı... “Memleketimden İnsan
Manzaraları” bu tensel buluşmanın ürünüdür her şeyden önce... Orada halkının
insanlarını günlük yaşam ortaklığında tanıdı, halkın konuştuğu dille yıkandı
kulakları...Bu destan gibi büyük, eşsiz bir
yapıt yaratılamazdı başka türlü...
Fazıl Hüsnü Dağlarca Kızılırmak kıyılarını teninde duymasa “Toprak Ana” nasıl
yazılırdı?
Ahmed Arif’in şiirini Diyarbakır’ı ilk kez gördüğümde daha iyi anlamıştım... O
yalçınlıkta,o acılıkta, o duygulukta bir şiir, çocukluğu Diyarbakır gibi bir
yerde geçen bir
şairin olabilirdi ancak...
On yıl önceki alçakça katliamda yitirdiğimiz Metin Altıok, Bingöl’de öğretmenlik
yapmamış olsaydı, onu Metin Altıok yapan şiirleri yazamayacaktı belki de...
Yurdu teninde duyup yaşamak kuru kuruya bir yurt sevgisi değil, böyle sonuçları
olan bir şeydir...
*** *** ***
Van hava alanında bildiğimiz polisle değil, jandarmayla karşılaştık... Demek
oralarda âdet böyle... Van-Hakkâri arasındaki kimi noktalarda minübüsümüz
defalarca durdurulup kimlik denetimi yapıldığında da görevliler yine asker ve
sivil giyimli polislerdi...
Bozkırı oldum bittim severim... Çıplak dağlar da içimi hüzünle, nedenini
bilemediğim bir özlemle doldurur... Hakkâri-Van arasındaki yol boyunca
duyumsadıklarım da bunlardı... Kasetteki Kürtçe ağıt ve şiirler eşliğinde
arabasını yıldırım gibi süren şoför arkadaştan uzak karşıdaki başı dumanlı
dağların adını sorduğumuzda Yılmaz Erdoğan’ın film
çektiği dağlar olduğunu söylüyor... Biz de onları “vizyon-tele dağları”diye
adlandırıyoruz...
Bir süre sonra bu ad konusu o güzelim sarı dağ çiçekleriyle ilgili olarak da
çıktı karşımıza... Şoför Kâzım yolun en çok yükseldiği bir noktada arabayı
durdurdu ve Hakkâri’li bir başka arkadaşla birlikte bir anda birkaç yüz metre
uzaklaştılar gözden... Döndüklerinde getirdikleri sarı çiçekler, kokuları ve
tazelikleriyle baş döndürücüydü... Âşık Veysel’in çiçek adlarını sayıp döktüğü
bir şiirinin de yardımıyla adını anımsamaya çalıştığımız bu çiçekler bence
nergisti ve zaten yöre halkı da sarı nergis diyor onlara...
Bir dağın en nadide çiçeklerini koynunun neresinde barındırdığını bilmek, o
dağı, o çiçekleri teninde duymaktır...
Yağmur ve toprak kokusu... 8-9 hanelik Hoşab köyünde tezek yoğuran yaşlı
köylü kadın... Devletle halk arasında sıkışmışlığı, yüzündeki eğreti
gülümseyişte ve içtenlikle içtenliksizlik arasında bocalayan sözcüklerinde de
yansıyan korucu başı... Çok yıllar önce idealist bir genç öğretmenin boğulduğu
Zap suyu... Depöz Köprüsü’nü geçince Çukurca-Şırnak-Hakkâri yol ayrımı...
Bir yol tabelasının yanından geçerken, ilk kez de gidiyor olsam, gitmekte
olduğumuz yerin değil, gidiş yolunun önünden geçip uzaklaştığımız yerin özlemini
duyarım...
Şimdi Hakkâri’ye gidiyoruz ya,benim canım Şırnak’a Çukurca’ya gitmeyi çekiyor...
Oralara gidiyor olsak, bu kez Hakkâri’ye gitmeyi isterdim...
Bu coğrafyayı, bu insanları teninizde duyarcasına yaşamaksızın, onlarla
yoğrulmaksızın, şiirlerini nasıl yazacaksınız?
Böyle bir kaygınız varsa tabii ...
Önümüzdeki hafta da bu yolculuğun izlenimlerini yazmayı sürdüreceğim...
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/050703