DEVRİMCİ ŞİİR
Devrimci şiir, hayata devrimci bir yorum getiren şiirdir. Bu yorum, şairin yaşadığı çağa, kişisel eğilimlerine ve yeteneğine bağlı olarak değişik nitelikler gösterir. Kimi zaman salt bir yadsı¬ma niteliğindedir. Bir tepki, eski değerlere yönelmiş bir saldırı, bir başkaldırı niteliğindedir. Kimi zamansa bu başkaldırının sınır¬larını aşarak yeni değerler, yeni tanımlar getirir.
Gerek burjuva sınıfının oluşumuna bağlı olarak ortaya çıkış¬ları sürecinde, gerekse bu sınıfın değerlerine başkaldırdıkları sü¬reçte, çağlarına göre devrimci bir şiirdi romantiklerinki. Çünkü bu şiir, kendinden önceki şiirin (temelde feodal bir dünya görüşü taşıyan, kilise değerlerini yansıtan şiirin) kalıplarını yıkıyor; aşka, doğaya ve genel olarak bütün insansal ilişkilere yeni ve insanlığın o dönemine göre daha engin tanımlar getiriyordu.
Goethe, Puşkin, Byron, Lermontov, Keats, Shelley, Word¬sworth, Heine, Hugo, vb. bütün bu şairler, yukarda belirttiğim genel özellikleri nedeniyle, çağlarına göre devrimci şairlerdi. Ama gerek burjuva devrimlerinin gelişme süreçlerine, gerekse adını ettiğim şairlerin kişisel eğilimlerine ve yeteneklerine bağlı olarak, romantik şiir kendi içinde büyük ayrımlaşmalar gösterdi. Wordsworth'un giderek gerici bir konuma kaydığını biliyoruz. Hugo, hatta Goethe için bile aynı şey söylenebilir bir ölçüde. Bu¬na karşılık Lermontov (gerek bizde, gerek. Batı Avrupa'da, ne¬dense yeterince tanınmayan bu seçkin şair), Rimbaud'nun ve Ba¬udelaire'in yıllar sonra söyleyeceği şeyleri söylüyordu aşağı yuka¬rı. Bir yanıyla romantik olan şiiri, öte yandan, burjuva dünyasının yarattığı bunalımı, umutsuzluğu, kırgınlığı, şaşılası bir yoğunlukla ve gerçekçilikle yansıtıyordu. Puşkin ve Byron'a gelince, roman¬tik şiirin iki büyük ustası olarak tanınan bu olağanüstü yetenekli iki şair, öte yandan, müthiş alaycılıklarıyla, hem romantizmin, hem de tüm burjuva değerlerinin acımasız bir eleştirisini getirdi¬ler ve çağdaş anlamda gerçekçi bir şiirin temelinde yer aldılar.
19. yüzyılın ikinci yarısında yazan iki büyük Fransız, Baude¬laire ve Rimbaud, gitgide çürüyen burjuva dünyasına karşı duy¬dukları derin tiksintiyle, bireyin sonsuz özgürlük duygusunu yansıtmakla, devrimci şairlerdi. Ama tiksindikleri burjuva dünyasına bir yanlarıyla hep bağlı kaldıklarından, çağdaş Batının bunalımcı sanat ve felsefe akımlarının da habercileriydi bu şairler. Buna karşılık, onlarla hemen hemen aynı yıllarda yazan bir Rus, daha alçakgönüllü bir adam olan Nekrasov, tıpkı Rimbaud ve Baudelaire gibi küçük burjuva kökenli bir aileden gelmekle birlikte, köylülerin ve zaman zaman proleterlerin hayatlarını konu edinen şiirleriyle, çağdaş anlamda devrimci bir şiirin ilk büyük ustaların¬ dan biri olarak beliriyordu. Burada José Marti'nin ve Petöfi'nin de adlarını anmak isterim. Aslında, dünya edebiyat tarihini yorumlarken, çoğu kez burjuva sanat düşünürlerinden aktardığı¬mız, tartışma götürmez gibi görünen sınıflandırmaları sarsalama¬nın sosyalist sanat düşünürleri için bir zorunluluk olduğu kanısın¬dayım.
Yirminci yüzyıl şiiri üzerine söz etmek biraz daha güç belki. Hem yaşamakta olduğumuz bir çağ oluşundan, hem sanat akım¬larının birbirlerini daha sık izleyişinden, hem de ülkeler arası sa¬nat kuramları ve sanatsal ürünler arasındaki ayrımlaşmaların (ça¬ğımızdaki toplumsal devrimlerin bir sonucu olarak) daha da be¬lirginleşmesinden. Yine de yaşadığımız çağın devrimci şiirini dü¬şündüğümüzde bir çırpıda şu adlar geliyor akla: Mayakovski, Ne¬ruda, Brecht, Aragon, Lorca, Eluard, Nâzım Hikmet... Yaratış yöntemleri, şiirlerinin biçimleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, ortak bir yanları var bütün bu şairlerin: Gerek şiirleriyle,gerek hayatlarıyla, halkın devrimci kavgasının yanında yer alma¬ları. Lorca faşistler tarafından öldürülmeseydi, ünü ve etkisi bu ölçüde büyük olur muydu, bilmiyorum. Aragon ve Eluard, Ger¬çeküstücü hareket içinde bulunmuş olmaktan çok, Fransız Ko¬münist Partisi'nin etkin üyeleri ve Nazi işgaline karşı direniş ha¬reketinin yiğit şairleri olarak seçkinleştiler. Bunları söylemekle ne Lorca'nin büyük, çağdaş bir türkü güzelliğindeki şiirini, ne de Gerçeküstücü hareketin çağımız şiirine getirdiği olanakları kü¬çümsemiş olmak istemiyorum. Sadece bir olguyu, çağın bir eğili¬mini, temel bir özelliği belirtmek amacındayım.
Buraya kadar söylediklerimle anlatmak istediğim şey, şiirde devrimciliğin bir biçim sorunu olarak değil, bir öz sorunu olarak ele alınması gerektiğidir. Şiirin dile çok bağlı bir şey olduğunu ve bu konuda biçimin taşıdığı önemi biliyorum. Ama şiirde ve genel olarak bütün sanatlarda devrimciliği biçimsel bir açıdan yorumla¬ma çabalarının da çağdaş burjuvazinin çok işine gelen bir aldat¬maca olduğu bilinen bir şeydir. Devrimci biçimi belirleyen, son çözümlemede, devrimci özdür. Biçimin sanatçıyı çok soyut bir tarzda, adeta salt kendisi olarak kurcaladığı, ya da bir oyun gibi, rastlansal olarak geldiği zamanlarda bile geçerlidir bu yargı. İşin bu yanı, ideolojik nitelik taşımaktan çok, sanatın tekniğini ilgilen¬diren bir şeydir.
Şiirde devrimciliğin temelde öze ilişkin bir sorun olduğunda anlaştıktan sonra belirtmek istediğim ikinci bir nokta, devrimci öz'ün hiçbir sınır, hiçbir yönerge tanımayacak oluşudur. Her şair kendi sesini, kendi hayatını, kendi soluğunu getirir. Bu konuda hiçbir bağımlama kabul edilemez. Kaldı ki, gerçekten önemli bir sanat yapıtının, yaratıldığı dönemde bazı karanlık, anlaşılmaz yanları kalması da anlaşılır bir şeydir. "Sosyalist gerçekçi" sanat kuramının uygulamadaki aksaklıklarını eleştirirken, 20. yüzyıl sa¬natının daha sonraki yüzyılların insanına ilişkin değerlerin. to¬humlarını da içermesi gerektiğini söyleyen, "sosyalist gerçekçi" kuramı 19. yüzyıl gerçekçilikleriyle karıştırmak eğilimindeki an¬layışların kısırlığını belirten Che Guevara, haklıydı elbette.
Edebiyatımızda son zamanlarda depreşmeye başlayan bazı eski hastalıklar beni bu yazıyı yazmaya zorladı. Devrimci şiirin nasıl olması gerektiği konusunda bir formül vermek niyetinde ol¬madığım, yeterince ortadadır. Ama biçimde devrimcilikte gerçek devrimciliği birbirinden ayıran, bunları eşdeğerde şeylermiş gibi göstermek çabasında olan tutuma karşı durmak da kaçınılmaz bir zorunluluk olmaktadır. Biz devrimci bir şiirden söz ediyorsak, hayata getirilecek devrimci bir yorumu, özde bir devrimciliği amaçlıyoruz elbette. Ve bunu yaparken, biçimdeki devrimciliğin özdeki devrimcilikle ayrılmaz bir bütünü oluşturduğunu bilmek¬teyiz. Çünkü kendinden önceki şiirin biçimsel yapısını altüst eden Mayakovski'den çoğu kez ölçülü uyaklı bir şiir biçimini be¬nimseyen Aragon'a kadar, hayatın yorumuna devrimci öğeler getirmiş bütün şairlerin, biçimsel alanda da, şu ya da bu ölçüde, ama mutlaka devrimci öğeler getirmeleri doğal bir şeydir.
Son bir söz: Bizim bugüne kadar yazdıklarımızla gerek özsel gerek biçimsel
alanda Türk edebiyatına getirdiğimiz yeni devrim¬ci öğelerin ve genel olarak
hareketimizin anlamını kavrayama¬yan, dürüstlükle bile bağdaştırılması güç
yazılarında geçersizlik¬leri çoktan kanıtlanmış düşünce kırıntılarını ileri
sürmekten öte¬ye gidemeyen yazarlar, bu tutumlarıyla, edebiyatımızın son yıl¬larda
kazandığı olanakların, açılımların büsbütün gerisinde kal¬dıklarını göstermekten
başka bir şey yapmış olmuyorlar.
(Halkın Dostları, Sayı 16, Temmuz 1971)