NASIL ŞİİR YAZIYORUM?*

Bazı şiirler birden geliyor. Yoğun bir yaşantı birikimi sonu¬cunda, neredeyse fışkırıyor. Böyle durumlar için, şiiri "hazırla¬mak" sözü anlamsız kalıyor. Çünkü şiir hazırlanmış olarak geli¬yor zaten. Yaşamaların, okumaların, düşünmelerin, söz konusu şiirle doğrudan ilgisi olmayan çeşitli biçim denemelerinin, bilinçli ya da bilinçaltı birçok süreçlerin sonucunda. "Bir Gün Mutlaka", "Kör Bir", "Yeniden Hüzünle", "Sana Seslenmek İçin", "Beyaz, İpek Gibi Yağdı Kar", "Ne Yağmur... Ne Şiirler..." vb. genellikle uzun ve en çok sevdiğim şiirlerim bu türden şiirlerdir. Bir söz, bir izlenim, birden yoğun bir yaşantı birikiminin patlamasına yol a¬çabiliyor. Şiirin yazılışı sırasında olup biten şeyler de yazılmakta olan şiirin yapısına giriyorlar. Yaşam birden, geçmişle, şimdiyle ve gelecekle bütünlük kazanıyor; her şey bütünsel bir uyumu oluşturuyor... "Bir Gün Mutlaka" da şu iki dize vardır:

Bir çocuk bakıyor pencereden, hülyalı, kocaman gözlü, nefis
bir çocuk
Lermontov'un çocukluk fotoğraflarına benzeyen kardeşi
bakıyor sonra...

Gerçekten de, Ankara'da birinci kattaki bir odada bu şiiri daktiloda yazarken, bir an için eğilip cama bakan iki küçük ço¬cuk (kapıcının çocuklarıydı), o davranışlarıyla, görüntüleriyle, o şiirin genel coşkusunun bir parçası olarak şiire girmişlerdi. Sonra¬dan, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum'da, Neruda'nın buna benzer bir saptamasını okumuştum. Bir şiirinin yazılışını anlatırken şöyle di¬yordu Neruda: "O sırada okyanustaki dalgaların sesi ve martıla¬rın çığlıkları da şiirime giriyordu sanki... "Neredeyse organik bir patlama sonucunda ortaya çıkan bu türden şiirler üzerinde sonra¬dan değişiklikler yapmak da güç. O şiiri oluşturan duygunun "organikliği", "kendiliğindenliği" zedelenecekmiş gibi oluyor çünkü. (Buna karşın, aradan birkaç yıl geçtikten sonra, bu türden şiirle¬rimde sözcük değişiklikleri yaptığım, kimi kere de birkaç dizeyi çıkarıp attığım olmuştur. Bu türden şiirleri oluşturan patlamayı, bir petrol kuyusunun patlamasına benzetiyorum. Petrolle birlik¬te, toprak, taş gibi öğeler de fışkırır. İlk ayıklama, şiirin yazılışı¬nın hemen sonrasında "sıcağı sıcağına" yapılmalı ve üzerinde faz¬la da oynanmamalıdır. İkinci bir ayıklama, düzeltme vb. türün¬den bir çalışma ise yukarda değindiğim gibi, yıllar sonra, şairin kendisi, yapıtına nesnel olarak bakabildiği bir zamanda yapılabi¬lir.) Bu türden şiirleri "lirik şiir" diye adlandırabiliriz. Bence bu tanım da eksik kalıyor. Çünkü lirik şiir de bir makale yazar gibi tasarlanarak yazılabilir. "Organik şiir" diye bir tanım belki. Bir ucundan, yine Neruda'nın "saf olmayan şiir" kuramına yaklaşan bir tanım. Bu tür şiirleri oluşturan öz ve biçim öğeleri, şairin ya¬şadıklarıyla çok ilgili olmalı. Bana "Bir Gün Mutlaka" neden u¬zun dizelerle yazıldı diye sorulsa, belki şöyle yanıtlardım: "Çün¬kü ilkbaharda Ankara'nın göğü sonsuz geniştir."

Genellikle, şiirlerimin çoğu, sanırım pek çok şair için söz ko¬nusu olduğu gibi, belli bir duygu ve düşünce birikimine bağlı ola¬rak, herhangi bir yaşamsal olayı ya da durumu, her zamankinden daha farklı bir düzeyde kavramak (algılamak) sonucunda ortaya çıkıyor. Eğer bu oluşum sürecinde ağır basan şey öğelerine ayrıl¬ması çok güç, uzun ve yoğun bir yaşantı birikimiyse ve şiir çok güçlü bir itkiyle doğmuşsa, yukarda belirttiğim gibi, bu türden şi¬irler üzerinde fazlaca oynamaya gelmiyor ve zaten böyle bir çalış¬maya gerek olmuyor. Düşünce yanı ağır basan ve yukarda değin¬diklerime oranla daha kısa şiirler üzerinde, şiirin ilk biçimi ortaya çıktıktan sonra, aylarca, bazen yıllarca çalıştığım olur. "Bir Er¬meni General" adlı şiirimin son altı dizesi, şiirin ilk sekiz dizesin¬den en az bir yıl sonra yazılmıştı. Çünkü ilk dizeleri yazdıktan sonra bir türlü uygun bir son bulamamıştım. Ve hep kafamda ta¬şımış, düşünmüştüm bunu. Son şiirlerimden "Bebeklerin Ulusu Yok", "Bir Çocuğa Layık Olmak" vb. şiirlerim de çeşitli biçim evrelerinden geçerek son biçimlerini aldılar. Yine de, genel olarak, gerek "organik" diye adlandırdığım, gerekse bu ikinci tür¬den lirik şiirlerim, oldukça kısa sürede son biçimlerini alıyor ya da tamamlanamadan yitip gidiyorlar. ("Lirik şiir" sözü şiirin ko¬nusuyla karıştırılmamalı. Şiirin "lirik"liği konuyla değil, şairin konuya yaklaşımıyla ilgilidir.)

Düşüncenin, tasarının ağır bastığı şiiri, "epik şiir" diye ad¬landırabileceğimizi sanırım. Burada ağır basan şey, şairin aklı, ya da aklıyla kavradığı, bir nesne olarak görebildiği, "duygusu"dur. Oysa yukarda söz ettiğim şiirlerde ve özellikle ilk bölüme giren¬lerde, şiirle dışa vuran duyguların tanımsız yanları da vardır. He¬le yazılış anında, şair onları değil, onlar şairi sürüklüyor gibidir. Yani, ortaya çıkan şey, daha önceden tasarlanmış bir şey değil, neredeyse tümüyle beklenmedik bir şey, beklenmedik bir yapı¬dır. "Epik şiir"de ise, şair ne yapacağını, ne yazacağını tasarlamış olarak masaya oturur. Düşünceleri açıktır, duyguları da mantığın güdümündedir, aklın kavrayış alanındadır. Bu türden şiirlerde de "lirizm" özellikleri bulunabilir. Fakat o da aklın güdümündedir. Çünkü ağır basan öğe, akıldır, tanımlanmış, tasarlanmış olan şey¬lerdir. Mustafa Suphi Destanı ve iyi Bir Yurttaş Aranıyor'u oluş¬turan şiirler, bu türden şiirlerdir. Böyle bir çalışmada şiirin biçimi üzerinde sonsuzca değişiklikler yapma olanağı vardır. Mustafa Suphi Destanı uzun yılların ürünü oldu. Kitabı oluşturan yirmi
kadar şiir, birkaç bin defter sayfasını dolduran çalışmalardan or¬taya çıktı. İyi Bir Yurttaş Aranıyor'da da her şiir son biçimini ala¬na kadar oldukça değişik evrelerden geçti. Her iki çalışma süre¬sinde de yazılan şiirleri zaman zaman arkadaşlara okuyor, öze ve biçime ilişkin görüşlerinden yararlanıyordum. Yukarda değindi¬ğim her iki türden şiirlerde ise, bu olanaksızdır. Çünkü o türden şiirleri oluşturan duyarlık, her istendiği anda ele geçirilebilecek bir şey değildir. (Hele "organik" sözüyle nitelediğim şiirlerdeki duyarlığı, şairin kendisinin de tanımlaması, öğelerine ayırabilme¬si, çoğu kez güçtür.)

Sık sık, bazı zamanlarda her gün, yazarak, biçim, konu vb. denemeleri yaparım. Bazı kereler de, ortaya bir şiir çıkmasını beklemeden, düşüncelerimi, duygularımı dizginsizce kâğıda dö¬kerim. Bu türden çalışmalarım, biçim araştırmalarım sırasında da ortaya bir şiir çıktığı olur. Bu çalışmalara dönüp baktığımda, on¬lardaki bazı öz ve biçim öğelerinin sonradan yazdığım şiirlere geçtiğini görerek şaşırdığım olmuştur. Belli ki, bir şiiri oluştura¬cak kadar güçlü bir itkinin sonucu olmayan, amaçsızca iç dökme¬lerimizde ya da salt biçim çalışmaları sırasında da, bizi genelde il¬gilendiren duygu; düşünce, görüntü öğelerinin ipuçları ortaya çı¬kabiliyor. Bu da bence, şiir dediğimiz o söz sanatının, herhangi bir söz sanatı olmaktan daha derin bir biçimde insanın kişiliğiyle, varlığıyla ilgili bir şey olduğunun kanıtlarından biridir.

Son bir iki yılda, patlamayla ortaya çıktığını söylediğim şiir¬lerden çok, epik türde, ya da aklımla denetleyebildiğim duygu ve düşüncelerin şiirlerini yazdığımı, böylece de bir şiir üzerinde da¬ha çok çalışma olanağına sahip olduğumu söyleyebilirim. Bu du¬rum, Puşkin'in "dizginlenmiş esin" tanımına daha çok uyuyor sa¬nırım. Fakat buna sevinmek mi, yoksa üzülmek mi gerektiğini de kestiremiyorum.

Şimdiye kadar hiçbir soruşturmaya verdiğim yanıtın beni bu kadar düşündürüp yormadığını da eklemek istiyorum. Çünkü şai¬rin kendi şiirleri üzerinde, hele onların oluşum süreçleri üzerinde bir bilim adamı kesinliğiyle konuşabilmesi çok güç. Bir şiirin olu¬şumunu tam olarak anlatamıyoruz, tam olarak anlatabilsek bile, onu şiir kılan şeyin ne olduğunu açıklayamıyoruz gibi geliyor ba¬na. "Organik şiir" sözünün bir kez daha altını çizmek istiyorum. Bence bir şiirin gücü, ondaki düşüncenin doğruluk derecesinden, anlatım araçlarının zenginliğinden ve etkililiğinden çok daha faz¬la olarak, hiç kuşkusuz bu öğelerle birlikte, yaşamın o şiire sinen canlılığından ve uyumundan (ritm) geliyor. Basit, biçimsel bir u¬yum değildir artık burada söz konusu olan. Şiiri yazan kişinin so¬lunumu, kalbinin atışları, sesinin tonu gibi bir şeydir.

(Türk Dili, Ağustos 1981)

(*) "Türk Dili" dergisinin "Nasıl Yazıyorsunuz?" soruşturmasına yanıt.