ŞİİR MUCİZEDİR ÇÜNKÜ
Her gün yaşadığımız, sıradan bir yaşamdır. Bu, hepimizin, herkesin gerçeğidir.
Gördüğümüz, kendi değişimleri içinde hep aynı gökyüzü, yıldızlar hep aynı
yıldızlar, ağaçlar yine kendi değişimleri içinde hep aynı ağaçlardır. Aynada
(kısa ya da uzun erimli değişimleri içinde) gördüğümüz hep aynı yüzdür. Fiziksel
ya da toplumsal, yakın ya da uzak çevremiz hep aynı çevre; yiyip içtiklerimiz
hep aynı şeyler; belli şeyleri dile getirmek için kullandığımız sözcükler hep
aynı sözcüklerdir. Bu bıktırıcı liste böyle bıktırırcasına uzar gider. Sonra bir
gün bir şair gelir ve şöyle der:
''bir yumruk vurdum dünden kalma bir şarkıyı dağıttım''
Çünkü:
''hep aynı manzarayı kullanmaktan'' bısıp usanmıştır...
Çünkü:
''hiç kullanılmamış maceralar peşinde'' dir...
Attilâ İlhan 'dan söz ediyoruz.
Şiirini neden bu kadar çok sevdiğimi, bu şiirden neden böylesine etkilenmiş
olduğumu düşünüyorum ve kitaplarına bir kez daha baktığımda bunu bir kez daha
anlıyorum: Hayatın bıktırıcı tekdüzeliğine karşı bu yenilenme duygusundan, bu
meydan okuyuştan, yeni bir dilin içinde bu pırıl pırıl yıkanıştan...
Yukarıdaki dizeler ''Kaptan'' dan ve ''ümitten ümit kesilmez'' adlı, çok daha az
bilinen bir başka şiirindendi. Ve belleğime şimdi unutulmaz ''Ben Sana
Mecburum'' dan, oraya kazınmış bir dize geliyor:
''Sana kullanılmamış bir gök getirsem...''
Sevgiliye bundan daha eşsiz bir armağan olabilir mi...
Yeni bir dilin içinde yıkanmak dedim... Şiir tam da böyle bir şeydir işte...
Yeni bir dil yapacaksınız. Fakat ''dil için dil'' değil... Şairin işliğinde,
yapay olarak üretilmiş bir dil değil. Yaşamın içinden fışkıran bir dil.
Yaşanmışlıklardan, yaşanamamışlıklardan, ama her durumda da yaşamın canlı
dokularından özümsenmiş, damıtılmış, dövülmüş bir dil... Öyle ki, sözlüklerden
ya da başkaca o tür kaynaklardan alıp işlediğiniz sözcükler, deyimler, başka dil
öğeleri de yaşam bulacak, canlanacak, damarlarına yeni özsular yürüyecek, ölü
sözcük yığınları olarak kalmayacaklar...
Attilâ İlhan tam olarak böyle bir şairdi.
Böyle bir şiir dili yaratabilmiş olan...
Bir yazımda onu ''mucize şair'' diye nitelememin nedeni budur.
Çok gençken, ilk gençlik dönemlerimizde, hepimiz birer mucize olduğumuzu,
mucizeler yarattığımızı ya da yaratabileceğimizi düşünürüz... Bu gençlik
inancının ilk bölümü doğrudur. İnsan bir mucizedir çünkü. Fakat bu mucize
giderek kanıksanır, sıradanlaşır... Daha da öte, mucize karşıtlığına, sıradanlık
savunuculuğuna dönüşülür... Bir zamanların mucizesi, şimdi yine biricik sandığı
sıradan küçük dünyasının içinde yok oluşa doğru yol alır. Daha doğrusu,
yaşamıyordur zaten; nefes alıp vermekteyken de yok olmuştur. Şiirin mucizesi
burada işe karışır... Şair, hayatı oluşturan ne varsa, bir iskambil destesini
oluşturan kartları karıştırır gibi karıp karıştırır; yeni oranlar, yeni
biçimler, yeni görüş açıları, yeni duygular, yeni heyecanlar yaratır onlardan;
ve bir gün, örneğin, şöyle bir dize çıkıverir karşımıza:
''elinin arkasında güneş duruyordu...''
Bu birkaç sözcük, alışılagelmiş oranları, görüş açılarını değiştirmiştir artık.
Ondan sonra yazılacak hiçbir şey onun gerisinde kalmamak zorundadır. En doğru,
en haklı, en güzel duygu ve düşünceleri de dile getirseniz, görme açınız
yukarıdaki dizenin gerisinde kalmış ise, sıradan olmaktan kurtulamazsınız. ..
Sıradanlaşan insanın nefes alıp veriyor olmasına karşın gerçek anlamıyla yaşıyor
sayılamayacağı gibi, şiir ortamları da yaşıyor görünmelerine karşın sıradanlaşıp
bitkisel yaşama girebilir...
Bir gün mucize bir şair gelir, bir yumruk vurarak dünden kalma bir şarkıyı
dağıtır...
İnsan ve şiir yenilenir; gerçek anlamıyla yaşamaya başlar...
Çünkü insan yaşamında olduğu gibi şiirin esasındaki mucize de bu yenilenme
dürtüsünde gizlidir...
Cumhuriyet, 15.10.2005