ŞİİR VE SLOGAN

Geçtiğimiz günlerde "sanat ve slogan" konulu bir açık otu¬ruma katıldım. Bu konuda düşündüklerimi ve genellikle o otu¬rumda söylediklerimi özetlemeye çalışacağım.

Slogan, "Milliyet Sanat Dergisi"nin bu konudaki özel sayısında yayınlanan yazısında Mete Tunçay'ın belirttiği gibi, şiire ve tiyatroya daha yakın bir kavram. Konu, bu nedenle, şair olarak özellikle ilgilendiriyor beni.

Gerek slogancılık, gerek bu kavrama özdeş olarak kullanılan dogmatiklik, şematiklik suçlamalarının içtenliğine inanmadığımı belirteyim öncelikle. Bu suçlamaları yapan yazarlar, somut ör¬nekler vermiyorlar ya da veremiyorlar. Toplumcu edebiyat genel olarak suçlanıyor. Ya da çağrışımsal olarak bu sonuç çıkıyor söz konusu suçlama yazılarından.

"Milliyet Sanat Dergisi"ndeki yazılarla da yapılan genellikle bu. Birçok doğru şey söyleniyor. Ama yazarlardan hiçbiri "Milli¬yet Sanat Dergisi"nin neden böyle bir sorunu söz konusu ettiğini sormuyor. Derginin genel tavrından, yazıların sunuluşundan, De¬mir Özlü'nün, edebiyatı konu aldığı için beni özellikle ilgilendi¬ren (ve belirttiğim gibi birçok doğru şey de söylenen) yazısının genel havasından çıkabilecek sonuç, Türkiye'de slogancı bir sa¬natın alıp yürüdüğü. Fakat örnek yok. Özellikle edebiyat alanın¬dan herhangi bir örnek yok.

Slogan "kısa ve çarpıcı propaganda sözü" demek. Şiir bu¬nunla da yazılır, bunsuz da yazılır. Şairine göre değişir. "Enter¬nasyonal" baştan başa sloganlarla örülü bir şiirdir, hem de çok güzel bir şiir. Bir çağın, bir dönemin duygularını değil, birçok ça¬ğın, birçok dönemin duygularını anlatır. Nâzım'ın gençlik döne¬mi şiirlerinin sloganla yazılanlarının içinde (örneğin "Güneşi İçenlerin Türküsü" gibi) çok güzelleri vardır. Ses olarak. Anlatı¬lan şey olarak. Coşku ve biçim dengesi olarak. Mayakovski'nin olgunluk dönemi şiirlerinden "Marşımız", "kısa ve çarpıcı propa¬ganda sözleriyle" yazılmıştır. Ama çok güzel bir şiirdir.

Neruda'nın "Muzaffer Halk", "Buğdayın Türküsü" gibi, ol¬gunluk döneminde yazılmış çok güzel şiirlerinde "slogan" dizeler vardır. Eluard'ın, Aragon'un özellikle nazi işgali yıllarında "kısa ve çarpıcı propaganda sözleriyle" yazılmış çok güzel şiirleri var¬dır. Bütün bunlar yazıldıkları dönemleri aşmış olan, bugün de yaşamakta olan şiirlerdir. Çünkü tutkuyla, inançla ve ustaca söylen¬mişlerdir.

İşin bir yanı bu. Bir başka yan, slogan kavramının demagojik suçlamalara olanak veren bir yapıda oluşudur. Günlük konuşma dilinin günlük ya da genel siyaset sözcüğünün sloganları vardır. "Faşizmi ezeceğiz" gibi. "Faşizme geçit yok" gibi vb. Fakat bir şairin kendi yarattığı, slogan gücü, etkisi taşıyan sözler de vardır. Ahmed Arif'in bir şiirinin son dizeleri geliyor aklıma: "Yürü üs¬tüne üstüne tükür yüzüne celladın/ Fesatçının, fırsatçının, hayı¬nın..." Bir zaman bir adamın yüreğinden çıkan bu dizeler, bugün mitinglerde, yürüyüşlerde okunuyor, genelleşiyor, sloganlaşıyor. Simonov'un "Bekle Beni"si de slogandır bu anlamda. Ama daha önce kimsenin söylemediği, söylendikten sonra milyonların olan bir slogan. Bunlar bu dizelerin, bu şiirlerin, başka insanların yü¬reğine giden yolu bulabildiklerini gösterir olsa olsa.

Bir süredir tuhaf bir hava esiyor Türkiye edebiyatının üste¬lik ilericiliği, toplumculuğu da elden bırakmaz görünen bazı çev¬relerinde: Devrimci olmak, toplumcu olmak, açık seçik bir bildiri getirmek neredeyse suç ilan edilecek, ille de karışık yazacaksın, boğuntulu, çelişkili şeylerden söz edeceksin. Birbirinin özdeşi olarak kullanılan dogmatiklik, şematiklik, sekterlik, klikçilik, slo¬gancılık vb. suçlamalarının temelinde bu anlayış yatıyor.

Her edebiyat türünün ve anlayışının özgün yazarları ve öy¬künmecileri vardır. Toplumcu edebiyat için de toplumcu olma¬yan edebiyat için de söz konusudur bu. Özgün yaratılar, öykün¬mecilerin elinde klişeleşir, bayağılaşır. Tartışmalarda öykünmeci¬lerden değil, özgün örneklerden yola çıkılmalıdır. Dünkü ve bu¬günkü toplumcu edebiyatımız layık olduğu düzeyde bir eleştiri ışığında incelense, sadece içerik yönünden değil, biçim yönünden de Türkiye edebiyatını nasıl zenginleştirdiği görülecektir.

Toplumcu edebiyat anlayışının, çeşitli tarihsel dönemlerde, çeşitli ülkelerde sorunları olmuştur. Belli bir ülkenin belli bir dö¬nemine özgü bir sorunsalı, bir başka ülkede, başka koşullara öl¬çüt olarak getirmeye çalışmak iyi niyetle bağdaştırılamaz. Bugün Türkiye'de "sosyalist gerçekçi" anlayışı öneren, ödüllendiren bir devlet ya da kurum yoktur. Tersine, küçük burjuva bireyciliğini, daha da öte, faşizmin sanat ve insan anlayışını öneren, ödüllendiren bir devlet ve kurumlar vardır. Öyleyse marksist olalım olma¬yalım, söylediğimiz gibi gerçekçi - toplumcu bir sanat anlayışın¬dan yanaysak, bugünün Türkiyesinde toplumcu düşünce içinde yer alan (kimi zaman hatta sekter görünüşte öğelerle bile) dostça bir diyalogun olanaklarını araştırmalı, bu arada kendi özeleştiri¬mizi de içtenlikle yapabilmeliyiz.

Bu yazı, toplumcu sanatı "slogancı" suçlamasıyla yeren bir yönelişe karşı, yani belli bir amaçla yazıldığı için, belli sınırlar ta¬şıyor. "Slogan" kavramının irdelenmesi, tartışılması, toplumcu şi¬irdeki yerinin belirlenmesi ve bireyci sanat ortamının bu konuda¬ki önyargılı, şematik tutumunun sergilenmesi amaçlarıyla yetini¬yor. Toplumcu sanatımızın bugünkü durumunu, konumunu, so¬runlarını genişliği içinde tartışmak, ayrı bir yazının, yazıların konusudur.
(Politika, 3 Kasım 1976)




DEVRİMCİ EDEBİYAT VE YENİ ANLATIM SORUNU

Bireyciler için edebiyatta ve genel olarak sanatta devrimcilik, yeni anlatım biçimleri bulmaktır. Önemsedikleri şey, toplumun ve insanın sorunlarının yansıtılması değil, yeni ve çarpıcı biçimler yaratmaktır. Bu nedenle bireyci sanatçılar her dönemde, haklı olarak, biçimcilikle suçlanmışlardır. Öyle ki bireycilik ve biçimcilik kavramları giderek özdeşleşmiştir. Gerçekten de, bireycilik dozu arttıkça, sanat yapıtının giderek daha çok biçimciliğe gömüldüğünü görüyoruz. Bir başka deyişle, biçimcilik, bir sorunsaldan kaçışın, ya da sahte ve belirsiz bir sorunsalı önerişin simgesi oluyor. Bizim Divan şiirimizi düşünelim. Bir sorunsalı yansıtmak amacını taşımayan bu şiirin, giderek söz cambazlığına, sözcük oyunculuğuna dönüştüğünü görüyoruz. İkinci Yeni diye adlandırılan şiirin ve onun öncesinde de Orhan Veli şiirinin böyle söz cambazlığına dönüştüğü dönemler olmuştur.

Böylece, bireycilik ve biçimcilik kavramlarının özdeşleştirilmesi de haklılık kazanmış oluyor. Fakat böyle bir özdeşleştirmenin, devrimci sanat bakımından bir yanılgıya düşme tehlikesi içerdiğini de görmezlikten gelemeyiz. Bireyci sanatçıyı da haklı olarak biçimcilikle suçlayan devrimci sanatçı, kendi sanat çabasını salt öze ilişkin bir olgu olarak görürse büyük bir yanılgıya düşmüş olur. Özellikle işe yeni başlayan genç sanatçının düştüğü bir yanılgıdır bu, oysa sadece doğruyu söylemek sanat yapıtının etki gücünü sağlamaya yetmez. Bu doğrunun nasıl söylendiği, bir başka deyişle, biçim ve anlatım sorunları da aynı ölçüde önem taşır. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor:

Devrimci sanatçı biçim alanında yenilikçi olmak zorunda mıdır?

Devrimci olduğuna göre halk yığınları için ürün vermesi gereken devrimci sanatçının, halkın anlayacağı biçimlere bağlı kalması, ilk başta akla oldukça yatkın bir görüştür. Sözgelimi, bu sanatçı şairse, halk şiirinin, hikâyeciyse halk masallarının, müzikçiyse halk müziğinin biçimlerine bağlı kalmalıdır. Akla oldukça yatkın gelen bu görüşü tümüyle yadsımak olanaksızsa da örnekler tümüyle onaylamamızı da olanaksız kılmaktadır. Çağdaş Sovyet şiirinin ve çağımız devrimci dünya şiirinin kurucusu ve belki en büyük ustası sayabileceğimiz Mayakovski; fütürist akımın biçim anlayışına her zaman bağlı kalmıştır. Ve kanımca, şiirlerinin yay¬gın etkisinin çok önemli pir etkenidir bu. Devrimin yanında yer alan bir başka büyük şair, Bryusov, geleneksel ölçülerin kalıpları¬nı kıramamış ve aynı ölçüde etkili olamamıştır. Mayakovski için söylediğimizi Nâzım Hikmet için tekrarlayabiliriz. Nâzım Hikmet devrimci bir özü getirirken, dönemi bakımından yenilikçi bir biçi¬mi de birlikte getirmekteydi. .Bu biçimin içinde geleneksel şiiri¬mize ilişkin özelliklerin (sözgelimi hece ölçüsü öğelerinin) bulun¬duğu kuşkusuzdur. Fakat genelde doğru olan, Nâzım Hikmet'in; şiirimizde geleneksel biçim kalıplarını da kırmış olmasıdır. Yaşa¬mı boyunca yeni anlatım biçimlerinin yorulmaz arayıcısı olan Nâzım Hikmet'in son dönem ürünleri arasında en önemlisi sayabile¬ceğimiz "Saman Sarısı"nda ise, gerçeküstücü şiir öğelerini gör¬mekteyiz.

"Milliyet Sanat Dergisi"nde (13 Mart 1978) yayımlanan "Türk Edebiyatında Gerçekçilik" başlıklı yazısının bir yerinde Konur Ertop şunları söylüyor: "Köy edebiyatında gerçeği dile ge¬tirirken geniş ölçüde yer verilen şive taklidi türünden anlatım özellikleri, son dönemdeki toplumcu ve gerçekçi edebiyatta bıra¬kılmıştır. Buna karşılık Batıda yenilikçi karakterler arasında yer alan bilinç akımı türünden anlatım özelliklerine bu yeni dönemin gerçekçi yapıtlarında yaklaşımlar görülmektedir..."

Konur Ertop'un salt bir saptama olarak bıraktığı (ve daha önce de bazı toplumcu eleştirmenlerce belirtilmiş) bu yargının ayrıntılanması, örneklenmesi gerekiyor. Sözgelimi, Yaşar Ke¬mal'in hiç kuşkusuz gerçekçi bir yapıt olan Yılanı Öldürseler adlı romanındaki yenilikçi biçim öğeleri üzerinde önemle durulmalı¬dır. Bir başka toplumcu yazarımızın, Bekir Yıldız'ın hikâyeleri¬nin büyük yaygınlığı, anlatılan şey kadar, yeni anlatım özellikle¬riyle de ilgilidir kanımca. 60 sonrası toplumcu şiirimizin daha ön¬ceki dönemler toplumcu şiirinden en önemli farkını da ben, bu şi¬irin yenilikçi biçimlerden kaynaklanması olarak görüyorum. Yıl¬lar önce yayımlanan "Nedir İkinci Yeniden Geçmek" adlı bir ya¬zımda da bu görüşümü belirtmeye çalışmıştım.

Günümüzün devrimci Türk sanatçısı, yenilikçi anlatım bi¬çimlerinden yararlanmakta ve yeni biçimler yaratmanın sancısını taşımaktadır. Gerçeği en iyi, en bütünsel, en çarpıcı, en yalın, en kavranılır biçimde yansıtmanın sancısını.

(Politika, Mayıs 1978)







"EKMEĞİ EKMEK, ŞARABI ŞARAP DİYE ADLANDIRMAK"

"Militan "ın 4. sayısında, "Bireycilikler" başlığıyla yayımladı¬ğımız bir yazıda, Mehmet Doğan'ın "Soyut" dergisinde yayımla¬nan "Bir Sis Çanı Gibi" adlı yazısına da değiniliyordu. Yazısının bir yerinde şöyle diyordu Mehmet Doğan: " … Sanatçının ileriye, değil sıradan insanın, politikacının, bilim adamının bile bugün¬den göremediği günlere dönük bir göz olduğu anlaşılacak... Sa¬natçı, günüyle yetinmeyen; gözünü kulağını artık bir giz olmak¬tan çıkmış, bilinen, alışılmış şeylerin ötesine diken; karanlığın, ge¬lecek günlerin bulutlarının ardındaki şeyleri görmeye, gösterme¬ye çalışan insandır." "Bireycilikler" adlı yazımızda, "günüyle ye¬tinmemek", "gelecek günlerin bulutlarının ardındaki şeyleri gör¬meye; göstermeye çalışmak" kavramları üzerinde durarak şunları söylüyorduk:

"Toplumcu sanatçı"nın görevi, herhalde, gelecek günlerin bulutlarının ardındaki şeyleri görmeye, göstermeye çalışmaktan çok, bugünü, bugün yaşanılan şeyleri 'kaplayan bulutların' ardın¬daki gerçekliği görmeye, göstermeye çalışmak olmalıdır." Yazı¬mıza Mehmet Doğan'dan herhangi bir karşılık gelmedi. Eleştiri¬lerimizi kabul ettiğinden mi? Sanmıyorum. Çünkü Mehmet Do¬ğan, adını ettiğimiz yazısının temelini oluşturan görüşleri, sonraki birçok yazısında da tekrarladı, tekrarlamakta, Mehmet Doğan gi¬bi, aynı yazımızda eleştirdiğimiz başka yazarlardan da yanıt gel¬meyişi, edebiyat ortamımızdaki bir kötü alışkanlıkla ilgili. Bir açık görüldüğüne inanıldı mı saldırıya geçmek, yoksa bilmezlik¬ten, duymazlıktan gelmek. Fakat konumuz bu değil şimdi.

Yaşadığımı İtiraf Ediyorum'u okurken, şu satırlara rastla¬dım Neruda'da: "Burjuvazi gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm, şairin, ekmeğe ekmek ve şa¬raba şarap demesini bile tehlikeli buluyor. Bir şairin, Huidob¬ro'nun deyimiyle, kendisini 'küçük bir tanrı' saymasını, kapita¬lizm daha uygun görüyor. Bu kanı, yada bu davranış, egemen sı¬nıfları hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp, tanrılara özgü yap¬yalnızlığında direnince, satın alınması, ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor. Bu arada ise, dünya kendi yolunda, kendi göz ka¬maştırıcılığında sarsılarak ilerliyor." (s.382). Bu sözleri bizlerden biri, karşımızdakilerin son zamanlarda alaylı bir edayla kullan¬dıkları deyimle, "devrimci cephe"den bir şair söyleseydi; "burju¬vazi", "can çekişen kapitalizm", "egemen sınıflar", "satın alınmak" vs. terminolojisinden ötürü epeyce eleştiriye uğrardık kuş¬kusuz. Yeteneksizliğimizi gizlemek için slogansal suçlamalara başvurduğumuz, sekter, dogmatik kimseler olduğumuz, sanat so¬runlarına kaba bir dil ve kaba bir mantıkla yaklaştığımız söylenir¬di. Bereket Neruda imdadımıza yetişiyor ve biraz soluk alabiliyo¬ruz gerçekten boğucu bir ortamda.

Çok net konuşuyor Neruda: "Can çekişen kapitalizm, şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap demesini bile tehlikeli buluyor..." Ve böyle bir dünyada, yaşadığımız şu günlerin dünyasında ve Türkiye'sinde; kendini üstelik solcu, ilerici olarak tanıtmış bir ya¬zar, geçen yüzyılların romantiklerinin edasıyla "karanlığın, gele¬cek günlerin bulutlarının ardındaki şeyler... "den söz edebiliyor.

Mehmet Doğan'ın söz konusu yazısında yansıyan "küçük bir tanrı" niteliğindeki sanatçı kavramını, geçtiğimiz günlerde "Cum¬huriyet"te yayımlanan bir yazısında Oktay Akbal'ın da savundu¬ğunu üzülerek gördüm. Üzülerek diyorum, çünkü Oktay Akbal bu gazetedeki yazılarıyla, faşizme karşı savaşan bir aydının bi¬linçli, uzlaşmaz tutumunu, gerçekten saygı duyulacak bir gözü¬peklik ve tutarlılıkla örnekliyor. Söz konusu yazısı, 8 Mart tari¬hinde yayımlandı. "Daha İyi Bir Yaşam İçin" başlığını taşıyan bu yazıda, biraz karışık da söylenmiş olsa, genel olarak herkesçe ka¬bul edilen doğrular var: "... gerçek ozan, içinde yaşadığı toplumdan, ortamdan, kısacası yeryüzünün gerçeklerinden kopamaz. İstese de kopamaz… Sezgileri, gözlemleri, duyumlarıyla o, insanlar¬la, gerçeklerle içiçedir... Belki yazdıkları zaman zaman o çağın kişilerine yabancı, anlaşılmaz gelebilir, ama o çağının havasını, insanlarının acısını duyurmaktadır dizelerinde, yapıtlarında..." Ve şöyle devam ediyor Akbal: "Kimi zaman yüzyıllar geçer ara¬dan; ancak o zaman anlaşılır o sanatçının çağının en gerçek dev¬rimcisi, öncüsü olduğu... Sanatçıyı yargılamak olanak dışıdır. Tek yargılayıcı zamandır. O da bizim dışımızda bir güçtür." İşte bu noktada ayrılıyorum Oktay Akbal'dan. Sanatçı gerçeklerden, içinde yaşadığı toplumdan, yeryüzünün gerçeklerinden söz edi¬yorsa eğer, bir başka deyişle, "gelecek günlerin bulutlarının ar¬dındaki şeyler"de yitip gitmemişse, onu yargılamak olanak dışı değildir. Çağının en gerçek devrimcisi olduğunun anlaşılması için de -böyle bir şey söylenebilirse eğer- yüzyıllar filan geçmesi ge¬rekmez. İnsanların büyük çoğunluğu ahmak değilse ve sanatçı "küçük bir tanrı" değilse elbet...

Yine aynı yazıda, "bağıran yapıt" tanımını kullanıyor Oktay Akbal: "Ozan vardır, 'bağıran' yapıtlar yazar, devrimciliğini açık açık söyler, duyurur. Ama gerçekte devrimci değildir, öyle görünen biridir. Hiç etkilemez dizeleri, hiçbir şeyin değişmesine kat¬kıda bulunmaz. Ama öyle sanatçılar da vardır ki, devrim davul¬culuğu etmeden toplumu daha iyi bir dünyaya doğru götürüyor¬lar." Bir doğruluk payı taşımakla birlikte, bu yargıları da ihtiyatla kabul etmek gerekir kanısındayım. Bağırmak ya da bağırmamak sanat yapıtının değer ölçütü değildir kanımca. İnsan bağırarak da, mırıldanarak da güzel, etkili şeyler söyleyebilir. Nâzım Hikmet'i kanıt göstereceğim bu konuda: "... Memlekete döndüm. Sı¬nırı geçer geçmez hapse düştüm. Hopa hapisanesinin tesiri, öz bakımından şiirimde kendini gösterdi. Hopa Hapisanesi Notları, bir çeşit yeni realizm telâkkisine varmaktı. Şekil de ona göre, da¬ha çok bir anlatma, hikâye etme tarzı oldu. Artık şiirlerimi tiyat¬ro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı yoktu, fakat onları legal olarak ve hapse girmek pahasına bastırmak imkânı vardı. Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir etti... Şiir kafiyeli de, kafiyesiz de, vezinli de, vezinsiz de, bol re¬simli, hiç resimsiz de, bağırarak da, fısıldayarak da yazılabilir, ye¬ter ki, yazılacak şey olsun ve bu yazılacak şey en uygun şeklini, bazen belirli bir tarihi merhaleye göre en uygun şeklini -en usta¬ca bulmuş olsun. (" Otobiyografi")

"Bağırmak" tanımını Almanya'da da yayımlamak üzere hazırlanmış bir Türk edebiyatı antolojisine yazdığı önsözde, dozajı¬nı biraz daha artırarak, Rauf Mutluay da kullanıyor. Başta Ah¬med Arif'in bulunduğu bir küme şair arasında beni de "haykıran şair" olarak nitelemiş Rauf Mutluay. Bunu bir kötü niyetle yaptı¬ğını düşünmüyorum. Fakat şiirleri çok farklı kaynaklardan beslenen, yazdıkları dönem ve yazdıkları şiir her bakımdan çok farklı, şairleri aynı küme içinde ve "haykıran şair" tanımı altında topla¬mak son derece yanlış, yüzeysel bir yaklaşımın sonucudur. Top¬lumcu şairlerin belki en liriği olan Ahmed Arif'in, türkülerden, ağıtlardan, divan ve halk şiiri geleneklerimizden damıtılmış şiirini "haykıran şiir" sözüyle özetlemek... Kendi şiirlerimin de "haykı¬ran" şiir sözüyle nitelenebileceğini doğrusu hiçbir zaman düşün¬medim.

Şöyle bağlamak istiyorum bu yazıyı: Çağımızda namuslu bir sanatçının, kendini insanlığın büyük akışına, emeğiyle yaşayan çoğunluğuna kardeş sayan bir sanatçının amacı, gerçekliği kavra¬mak ve onu anlatmak olmalıdır. Emperyalizmin bu gerçekliği an¬laşılmaz kılmak için canavarca çaba gösterdiği bir zamanda, sa¬natçının bu görevi, sanıldığından daha güç ve karmaşıktır. Sözü Türkiye edebiyatına ve daha dar bir alana, bugünkü şiirimize ge¬tirirsek, bugün toplumcu bir şiir için mücadelenin, bağırmak ya da bağırmamak sorununda değil; gerçeklikten kaçan ve onu yoz¬laştırarak yansıtmak için salt biçimcilikten "gelecek metafizikçili¬ği"ne kadar çeşitli yollar öneren kaçak edebiyatçılık anlayışlarına karşı; ekmeği ekmek ve şarabı şarap diye adlandırmak çabasında odaklandığına inanıyorum.

(Militan, Sayı 16, Nisan 1976)