ŞİİRİN DİLİ – ANADİL*

Paris'te bir sabah uyandığımda, aklımda bir dize duruyordu. Ne¬reden, ne zaman gelmişse gelmiş, orada öylece duruyordu. Bir taç¬yaprağında, pırıl pırıl, saydam bir yağmur damlası gibi. Tertemiz, apaydınlık. Üç sözcükten oluşan bir şiir dizesi: "güvercin dolu avlu¬lar..." Orhan Veli 'nin "İstanbul 'u Dinliyorum" adlı şiirinden bir dize.

Gerçi, Orhan Veli'nin tüm şiirlerinin bulunduğu kitapçık, ya¬nımdan eksik etmediğim şiir kitaplarından biri olarak elimin altın¬daydı Paris'te de. Daha doğrusu, yurtdışında bulunuşumun başlan¬gıçta düşündüğümden daha uzun bir süreyi kapsayacağı anlaşıldığında Türkiye'den getirttiğim şiir kitaplarından biri de Orhan Veli'nin Bütün Şiirleri'ydi… Ama aylardır tek bir dize oku¬muşluğum yoktu o kitapçıktan ve o günlerde Orhan Veli'yi özel olarak düşündüğümü de anımsamıyorum. Öyleyse, zihnimde elle tutu¬lurcasına belirgin biçimde duran, bu üç sözcüklük dizenin gelip oraya konuşundaki giz neydi? Hangi bilinçaltı süreçlerden geçerek gelip oraya yerleşmişlerdi?

İçimde bir mutluluk, bir sevinç vardı, uyanıp o üç sözcüğü zihnimde bulduğumda. Kendimi, benliğimi bulmak gibi bir şeydi bu... İki yıla yakın bir süredir boğuştuğum yabancı bir dilin, onun da öte¬sinde, yabancı bir çevrenin ve bu önsözün konusuna girmesi gerek¬meyen nice boğuntuların labirentlerinde, neredeyse yitirecek gibi ol¬duğum benliğimi... Anadilin üç güzelim sözcüğünden oluşan bu altın dize, gelip oraya yerleşmiş, bana diyordu ki: "Sen varsın. Çünkü gü¬vercin dolu avlular var..."

Bir dize nasıl böyle yalın, pırıl pırıl, aydınlıkla dolu olabilir? "Güvercin dolu avlular" sözü İstanbul'un geleneksel bir tablosunu çiziyor... Öyleyse arka görüntüde güneş ve deniz kendiliğinden var... Ve berrak bir gökyüzü. Ve tek tek sözcüklere inersen, "güvercin", aklık, aydınlık demek... "Avlu" da aydınlıkla özdeş bir sözcük. "Avlu", evin, (bu şiirde camilerin) aydınlığa açık yanı, aydınlık yanı¬dır.

Şimdi, dizeyi oluşturan sözcüklerdeki ve ilişkilerindeki sessel öğeleri gözden geçirelim: "Ver" ve "lar" hecelerinin, "dolu" ve "avlu" sözcüklerinin oluşturduğu iki iç uyak var... "Güv" ve "av" he¬celeri de yine bir başka ses benzerliği, iç uyak oluşturuyor... Tam bu noktada, Orhan Veli'nin, uyakların dize sonlarında yer aldığı gele¬neksel uyaklama yöntemini reddeden bir anlayışın çağdaş Türk şii¬rinde ilk temsilcisi olduğunu - "Garip" hareketinin öteki iki şairi, – Melih Cevdet ve Oktay Rifat'la birlikte – belirtmekte belki yarar var. Şiirlerinde, yukardaki örneklerde görüldüğü türden sessel öğele¬rin, iç uyakların bolluğu, çeşitliliği, onlarda geleneksel uyaklama yönteminin hemen hemen hiç uygulanmayışını anlaşılır kılıyor. Bir başka deyişle, yapay hiçbir uyum öğesine gerek kalmadan, anadilin kendisi şiir oluyor Orhan Veli'nin dizelerinde. Olanca doğallığı, ya¬lınlığı, bin bir çeşit ses ve anlam zenginlikleriyle. Bu özellikleriyle o, çağdaş Türk şiirinin, Türkçe'nin başlıca bir ana kaynağı, klasiğidir artık.

Çağdaş Türk şiir dilinin belkemiği diye adlandırabileceğimiz şiir¬lerin yazarı Yahya Kemal, daha 20. yüzyıl başlarında, "bu dil ağzım¬da annemin sütüdür" derken, anadil ile varoluş arasındaki bağlantıyı vurguluyordu. Yahya Kemal, klasik Osmanlı şiirinin klasik Arap ve Fars şiirlerinden alarak işlediği aruz ölçüsünün, sadece melez ve yapay bir seçkinler dili olan Osmanlıca'yla değil temiz, yalın bir İs¬tanbul Türkçesi'yle de uygulanabileceğini kanıtlayarak, Türk dilinin sadece heceyle yazmaya elverişli olduğu konusundaki kanıyı yıkmıştı. Böylece, şiir dilini Arapça-Farsça-Türkçe ve hatta Fransızca söz¬cüklerden ve bileşimlerden oluşan ve Osmanlıca diye adlandırılan yapay dilden kurtarıp ulusallaştırmak isteyen şairler kuşağının önüne Türkçe'nin yeni, zengin ses ufukları açılmış oluyordu. Nite¬kim, ilk gençlik ürünlerini Türk şiir dilinin ulusallaşmasında önemli bir aşama oluşturan ve "hececiler" diye adlandırılan şairler kuşağı içinde veren Nâzım Hikmet, kısa sürede, Türkçe'nin, gerek hece, gerek aruz, tüm kalıpları zorlayan ses ve düzen (ritim) olanaklarını keşfederek, 1920'li yıllarda bir süre Sovyet Rusya'da kalıp, başta Mayakovski'ninkiler olmak üzere, o dönem Rus şiiriyle tanışmasının da kazandırdığı donanımlarla Türk şiirinde özgür koşuk devrimini yarattı. Nâzım Hikmet Fransız "vers libre"ini, Türk halk şiirini, kla¬sik Osmanlı-Türk şiirini de iyi biliyordu. Bütün bu bilgilerin bileşimi, Türk şiirinde seslerin, ritimlerin ve sözcüklerin zincirlerinden boşa¬narak o zamana kadar gerek eski gerek yeni Türk şiirinde görülme¬miş genişlikte bir alanı kaplamaları sonucunu doğurdu. Nâzım Hik¬met'in yarattığı yapısal (ve konusal) devrimler, çağdaş Türk şiirinin oluşumunun ve gelişiminin önündeki bütün engelleri kaldırmıştı. Orhan Veli ve arkadaşlarına, şiir dilini daha dar bir alanda, tek tek sözcük birimlerine inerek işleyip cilalamak olanağını sağlayan büyük usta, odur.

Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı, kendisinin bir dizesinden yararlanarak tanımlayacağım: "Bütün antenlerini germiş" bir şiir radarı. Yarım yüzyılı kapsayan yaratıcılığının özelliklerini özetleyebilmek ise o kadar kolay değil.

1930'lu ve 40'lı yıllarda yayımladığı Havaya Çizilen Dünya ve Çocuk ve Allah adlı kitaplarıyla, Türk şiirine yepyeni konular, yepyeni duyuşlar getirdi. Yakın ustaları belli ki bazı hececi şairlerdi. On¬ların ötesinde Ahmet Haşim, daha ötede belki Şeyh Galip ve klasik Osmanlı şiirinin ustaları ve daha da ötede Türk halk ve tekke şiiri, Yunus Emre. Dindarlık ve taşralar, insan bedeni, çocukluk, doğa, yaşam ve ölüm konuları, Türk şiirinde hiçbir zaman böylesine derin titreşimler kazanmamış, böylesine sezgici, kişisel, izlenimci duyuşlar ve görüntülerle sunulmamıştı.

1950 başlarında yayımlanan Toprak Ana köy ve köylü konuları¬nı, Anadolu yoksulluğunu işleyen gerçekçi edebiyata büyük bir kat¬kıdır. Sonraki yıllarda ve günümüze kadar yayımladığı, yayımlamayı sürdürdüğü çok sayıda kitap ve şiirle, insana ve topluma ilişkin, bu
denli çok ve yoğun duygu, konu ve izlenimi şiirleştiren bir başka çağ¬daş dünya şairi bulmak belki de güçtür. Dağlarca'nın şiiri çağdaş Türk şiirinde başlıbaşına bir okuldur. Dil ve yapı alanında gerçekleş¬tirdiği sayısız yenilikler (yeni sözcükler, uyaklar, yeni ses uyumları, yeni dize ve kıta kuruluşları) günümüz şairi, dilcisi ve şiir araştırıcısı için tükenmez esin ve araştırma kaynaklarıdır.

Attilâ İlhan, Orhan Veli'ler ve Dağlarca kuşağından bir sonraki kuşağın şairlerinden. 1940'larda, Nâzım Hikmet şiirinin sürdürümcü¬sü yeni toplumcu şairler kuşağının etkisinde bir genç şairdi. Fakat asıl sesini, kimliğini, 1950'lerde yayımladığı Sisler Bulvarı ve onu izleyen kitaplarındaki şiirlerle buldu. Elektrikle yüklü bir şiir. Birbiri¬ni izleyen çarpıcı, şaşırtıcı, sinemasal görüntülerle, dize sonlarındaki fiil-uyakların başdöndürücü bir hızla birbirini izlemesi ve kip çeşitli¬likleriyle sağlıyor bu gerilimi. Kahramanları, Türk şiirinin o güne kadar tanımadığı yeni kişiler: Serüvenci sokak kabadayıları, orospu¬lar, ilerici (ama mutlaka yine serüvenci) aydınlar... Ortamlar da sinemasal. Ya İzmir'in, İstanbul'un karanlık batakhane semtleri, ya Paris, ya uzak ve egzotik limanlar... Arka görüntüde sık sık yağmur. Romanlar, sinema ve TV senaryoları da yazan Attilâ İlhan, günü¬müz Türkiye edebiyatının en popüler şair ve yazarlarından.

"Garip" üçlüsünün üç ozanından biri olan Oktay Rifat, bu şiir anlayışının ortak özelliklerini taşıyan ilk şiirlerinden sonra, temalarda ve biçimde çağdaş Türk şiirinin klasik sayılabilecek kaynaklarına, romantik-lirik temalara ve ölçülü-uyaklı bir şiire yöneldi. Bir döne¬minde toplumcu temalar işleyen şiirler yazdı ve bu alanda da özgün örnekler verdi: Biçimde klasik bir ölçülülük, söyleyiş ve içerikte li¬rizm ve ironinin özgün birlikteliği. Bir başka dönemde, Perçemli Sokak adlı kitabıyla gerçeküstücülüğü yöntem olarak denedi. Hiç denenmemiş ya da çok az kullanılmış hece ölçüleriyle yazdığı, son on on beş yıllık bir dönemi kapsayan, izlenimci-simgeci yöntemlerin uyguladığı, yeni görsel ve betimsel öğeler içeren şiirleri, gerek kendi¬sinin, gerek günümüz Türk şiirinin aşamalarındandır.

Çağdaş Türk şiirinde 1950'lerde gerek yerli kaynaklardan (A. Haşim, Dağlarca, O. Veli, A. M. Dıranas, A. İlhan vb.), gerekse ya¬bancı kaynaklardan (özellikle Fransız gerçeküstücülüğü) esinlenme¬lerle yeni bir şiir hareketi oluştu. Orhan Veli'ler 1. Yeni sayılarak (Nâzım Hikmet kaçıncı yeni?) 2. Yeni diye adlandırılagelen bu şiir hareketi şiirde sözcüğün plastik değerini vurguluyor, dizesel güzelli¬ği, görüntüyü öne çıkarıyordu. Şiirin örgüsünü gerçeküstücü, simgeci metaforlarla oluşturuyor, toplumsal ve, bireysel yaşama alanlarının o güne kadar Türk şiirinde işlenmemiş konularını, temalarını gündeme getiriyordu. Cemal Süreya, bu şiir hareketi içinde, temalarında da bi¬çimde de yenilikçi olmakla birlikte, aşırılıktan uzak durmuş bir şair¬dir. Ününü sağlayan özellikle ilk kitabındaki şiirlerinde, Orhan Veli'nin, Ahmet Muhip Dıranas'ın yalınlığı ve sağlam dize işçiliği, Apollinaire ve Paul Eluard'dan izler taşıyan ölçülü bir gerçeküstücülük, izlenimci ressamların, Matisse'in bol ışıklı dünyası duyumsanır.

Altı şairlik bu Türk şiiri seçkisine bir önsöz yazmakta güçlük çekmedim. Çünkü seçkiyi oluşturan şairlerden her birinin çağdaş Türk şiirinde önemli bir yeri, özgün değeri var. Ancak, çağdaş Türk şiirinin geçen yüzyıl sonlarından günümüze kadar yaklaşık yüzyıllık yaşamında bu şiiri yaratan ve sürdürmekte olan güçlü, özgün şairleri¬mizin sayısı, bu seçkideki sayının çok üstündedir kuşkusuz. Arkada¬şım, değerli şair ve Türkolog Uldis Berzinş'in, altı Türk şairinden yaklaşık üç yüz elli kadar şiirin yer aldığı bu anıtsal çalışmayı daha büyük çalışmalara bir başlangıç olarak gördüğünü, Letonyalı şiir okuruna Türk şiirinin daha eksiksiz tablolarını sunma hazırlığı içinde olduğunu biliyorum.

(Adam Sanat,1985)
(*) Letonyalı şair ve Türkolog Uldis Berzin'in (doğ. 1944) hazırladığı, N. Hikmet, F. H. Dağlarca, O. Veli, O. Rifat, A. İlhan, C. Süreya'nın şiirlerinden oluşan Türk şiiri seçkisine (Riga, 1988) önsöz.