TÜRKÇE’NİN GÜCÜ VE ÖZGÜNLÜĞÜ ÜZERİNE*
Lise öğrencisi olduğum 1950’li yıllarda şehirlerarası yolcu otobüslerinde türküler söylendiği olurdu.. TV’nin henüz Türkiye’ye gelmediği, ya da belki hiç bilinmediği “radyo yılları”ydı. Otobüslerde radyo var mıydı, anımsamıyorum. Fakat bir Çankırı-Ankara yolculuğunda otobüsle bozkırı geçmekteyken başlarında kasketleriyle yan yana oturmakta olan iki köylü delikanlısından birinin söylediği türkünün iki dizesinin sözleri az önce duymuşumcasına aklımdadır:
Eğer benim vadem erken gelirse
Açık koyun mezarımın üstünü
Bu dizelerde beni ergenlik yıllarımdan bu günlere böylesine etkilemiş olan
şey, hiç kuşkusuz, sözcüklerin içerdiği derin anlam ve bu anlamın en yalın, en
özlü, en somut biçimde dile getirilmiş olmasıdır.
Yalınlık, özlülük, somutluk ,öyle sanıyorum ki Türkçemizin başlıca
özelliklerinin belki de en başta gelenidir.
Halk şiirimiz, türkülerimiz, dilimizin bu özelliklerinin örnekleriyle dolup
taşar.
Pir Sultan Abdal asılmaya götürülürken yakınlarına şöyle sesleniyor:
Benden selam olsun ev külfetine
Çıkıp ele karşı ağlamasınlar
Bir halkın geleneklerinin, göreneklerinin, ölüm karşısında duruşunun özeti
olarak
bu iki dize üstüne belki bir kitap oylumunda çalışma yapılabilir.Bu yoğunluk,
şiirin ve aynı zamanda da Türkçenin gücünün, özlülüğünün, somutluğunun ürünüdür.
Yine yıllar önce, günlük yaşamlarımızın henüz saflığını yitirmediği, insan
ilişkilerinde soğukluk ve yabancılaşmanın henüz bu düzeylere ulaşmamış olduğu
günlerden birinde, bu kez bir tren yolculuğunda, başka yolcularla birlikte
seyahat etmekteyken kompartımanın kapısı açıldı ve eşikte düzgün giyimli, orta
tabakadan bir halk kadını belirdi.
İçerisinin yeterince dolu olduğunu gördüğünde kapıyı tekrar kapatarak gitmeden
önce söylediği cümle sözcüğü sözcüğüne bu gün işitmişim gibi aklımdadır:
“Sizi dirliksiz etmeyeyim”
Bu cümlede ve bu “dirliksiz” sözcüğünde beni böylesine etkileyen şey neydi?
Hiç kuşkusuz, dilimizin çok sağlam bir kökünden türetilmiş, fakat artık ölmeye
bırakılmış bir sözcüğünün bir halk insanının ağzında birdenbire böylesine
taptaze bir canlılıkla dirilmesi… “Dirliksiz etmek” deyimindeki, “rahatsız
etmek”tekinden daha dolaysızlık, daha içten vurgu…
Türkçemizin bir başka özgünlüğünün de bu dolaysızlık ve içtenlik olduğunu
düşünüyorum…
Başka ülkelerde katıldığım ya da benim için düzenlenmiş edebiyat günlerinde
herhangi bir şiirimin genellikle o ülkenin bir sanatçısı tarafından okunmasından
sonra kendim aslını okurum. Hemen her ülkede, izlence sonrasında yanıma gelen
yabancı izleyiciler Türkçenin ses güzelliğine ilişkin olarak duydukları
hayranlık ve şaşkınlığı dile getirmişlerdir.
Ses güzelliğine ve zaten genel olarak güzelliğe ilişkin değerlendirme ve
algıların görece olduğu ileri sürülebilir. Fakat doğadaki gibi insan yaşamında,
toplumsal yaşamda ve bu arada dillerde de, güzel ve çirkin sesler olduğu
kuşkusuzdur. Güzel konuşulduğunda, doğru tonlandığında, Türkçemizin bütün
kulaklarda hoş bir izlenim bırakacağından kuşku duymuyorum. Bu ezgiselliğin
başlıca bir nedeni , dilimizde ünlü ve ünsüz seslerin sıralanışlarına ilişkin
kurallardır..
Böylece, dilimizin gücünü ve özgünlüğünü oluşturan bazı temel öğelerden,
kendi kişisel izlenim ve gözlemlerimle, kısaca söz etmiş oluyorum. Bu öğeler,
yalınlık, özlülük, somutluk,dolaysızlık, içtenlik, ezgisellik..olarak
sıralanabilir…
Asya bozkırlarından çıkarak Kafkasya, Mezopotamya, Anadolu, İran, Hindistan,
Çin, Balkanlar, Akdeniz ve Avrupa coğrafyasına yayılan; bütün bu coğrafyada ve
binlerce yıllık sürede sayısız dil ve kültürle karışıp kaynaşan Türk dillerinin
ve en başta da Türkiye Türkçesinin varlığını güçlenerek sürdürmüş olması onun bu
güç ve özgünlüğünün bir sonucu olsa gerektir.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in 4 Mayıs 1278 tarihinde “divanda ve dergâhta” Türkçe
konuşulmasını buyuran genelgesinden yaklaşık yedi yüzyıl sonra 1932’deAtatürk’ün
önderliğinde gerçekleştirilen 1. Türk Dil Kurultayı dilimizin korunup
geliştirilmesi yolunda gerekli ve büyük bir adımdı.
Günümüzün “küreselleşen” dünyasında Türkçemizin yeni kuşaklara tanıtılıp
sevdirilmesi ödevi, uzak ya da yakın geçmiştekinden belki daha da yaşamsal bir
gereklilik olarak karşımızda duruyor…
Eşsiz güzellikleri, gücü ve özgünlüğüyle Türkçe, kendisi için verilecek her
türlü emeği ve çabayı hak etmektedir…
Ataol Behramoğlu
Ankara,11 Nisan 2005
(Dil Derneği’nin düzenlediği sempozyumda okunan bildir)