YAŞAYAN BİR ŞİİR... *

Şiirimizde 1960 öncesi yıllardaki anlayışı, bir yazında "şiiri dar ve çok kişisel bir dünyanın sınırlan içinde tutsaklaştıran anla¬yış" olarak niteledin. İlk şiirlerini yayınladığın günlerde bu döneme nasıl bakıyordun? Ozan kişiliğinin oluşumunda 1960 önce¬sinin payı ve katkısı ne oldu?

1960'lı yılların başlarında, lise son ve üniversitenin ilk yılla¬rında, şiirlerim "Varlık", "Yelken", "Dost" vb. edebiyat dergile¬rinde yayımlandı. Bu,sırada, bilindiği gibi, edebiyat ortamında İkinci Yeni şiirinin egemenliği vardı. Bu anlayışla olan ilişkimi açıklayabilmem için, şair kişiliğimin oluşumunu anlatmam gerek. Memur çocuğuyum. Çocukluğum Kars'ta, daha sonra ilk gençlik yıllarımın sonuna kadar Çankırı'da geçti. Kars'ın büyüle¬yici doğası beni çok etkilemiş olmalı. Babam, görevi gereği köy¬lere giderken, beni ve kardeşlerimi de götürürdü. Kars yöresinin sonsuz kırları, içinde kaybolduğum çayırlar hâlâ anımsamak bir yana, kişiliğime sinmiştir diyebilirim... O yıllarda (ilkokula başla¬madan önce) aklımdan şiire benzeyen şeyler geçirirdim. Birtakım şarkıların sözlerini kendime göre değiştirerek söylerdim. Arala¬rında çok az yaş farkı olan birkaç kardeşten en büyüğü olmam, yalnızlık ve hüzün duygularını bana çok küçük yaşlarda tanıttı. Annem, Azerbaycanlı bir ailenin kızıdır. Ev kadınıydı. Fakat özel müzik eğitimi görmüştü. Onun kemanla çaldığı klasik Batı müzi¬ği ezgileri, en erken çocukluk yıllarımda iz bırakmıştır. Babam şi¬ir yazardı. Heceyle yazılmış güzel şiirleri vardır. Bugün o şiirlere baktığımda, en çok Kemalettin Kamu'dan etkilenmiş olduğunu görüyorum. Bendeki köklü hece şiiri duygusu buradan kaynakla¬nıyor olmalı. İlkokulda, ortaokulda şiirler yazdım. Necip Fazıl'ın, Ömer Bedrettin'in o sıralarda okuduğum bazı şiirlerinden derin¬liğine etkilendim. Lise yıllarında Orhan Veli'nin şiirlerini çokça okudum. Bu şiirler bana yalınlık, aydınlık sevgisi aşılamış olmalı. Yine o sıralarda, Külebi'nin şiirlerini, Dağlarca'nın Çocuk ve Allah ve Toprak Ana'daki şiirlerini severek okuyordum. Lise son¬larda ve üniversitenin ilk yıllarında en çok sevdiğim şair ise Attilâ İlhan'dı.

Birkaçı dışında Nâzım Hikmet'in şiirini tanımıyordum daha. Öteki toplumcu şairleri de okumamıştım. Buna karşılık, Sabahat¬tin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u beni derinden etkilemişti. Bu kita¬bın yanı sıra, Exupery'nin, Istrati'nin kitapları, Yaşar Kemal'in, Orhan Kemal'in romanları, Aziz Nesin'in "Yeni Tanin"de ya¬yımlanan yazılan daha lise yıllarında toplumcu bir duyarlık ka¬zanmamı sağlamıştı.

Üniversiteye başladığım sırada, 27 Mayıs 1960 sonrası top¬lumsal ortamının da etkisiyle, toplumcu gençlik hareketi içinde duraksamaksızın yer aldım. "İkinci Yeni"nin önde gelen şairlerinin şiirleriyle de bu sırada karşılaştım. Bu şiirlerden de sevdikle¬rim, etkilendiklerim oldu. İlhan Berk'in Galile Denizi, Cemal Sü¬reya'nın Üvercinka'sı, Turgut Uyar ve Edip Cansever'in bazı şiir¬leri ilk aklıma gelenler.

Fakat, daha önce edindiğim insan ve şair kişiliğim, İkinci Yeniyi tümüyle benimsememe engeldi. Şiirde açıklığı, yalınlığı, lirizmi seviyordum. Sanatın toplumsal adaletsizliğe karşı çıkmada işlevi olduğuna inanıyordum. Varlık Yıllığı'nda 1961 yılında ya¬yımlanan "Gerçeksiz Yaşam" adlı bir şiirim buna örnektir. Yine o sıralarda, "Dost" dergisinin şiir sayfasını yöneten Turgut U¬yar' a bir mektup yazmış, "İkinci Yeni türünde" oyun olsun diye yazdığım bir şiiri göndermiş, "şimdi bu şiiri eminim yayımlarsınız, ama ben bu şiiri oyun olsun diye yazdım, ona kanımdan, kişi¬liğimden hiçbir şey katmadım. Buna karşılık, asıl kişiliğimi yansıtan şiirlerim yayımlanmıyor" türünden bir şeyler söylemiştim. Turgut Uyar da dergide mektubumu ve o şiiri, ilginç ve uzun bir yanıtla birlikte yayımlamıştı. "Dost"ta bundan sonra, gerçekten değer verdiğim şiirlerim de yayımlanmaya başlamıştı...

İkinci kitabın "Bir Gün Mutlaka"yı oluşturan şiirlerde, bu¬gün de sürdürdüğünü gördüğümüz ozansal özellikler belirmişti. Bu özelliklerin belirmesinde, etken olan ortamı, o günlerde "Ant" dergisinde üç ozan arkadaşınla yaptığın çıkışta dile getir¬din. Bugün o ortamı nasıl değerlendiriyorsun? O günkü görüşlerinle bugünkü bakışın arasında değişiklik var mı?

1960'lı yılların başlarında Nâzım Hikmet'in, daha sonra Ahmed Arif'in şiirlerini tanıdım ve bugüne kadar eksilmeyen bir sevgi ve ilgiyle okumaktayım. Giderek toplumcu şiir geleneğimizi tanıyıp kavradım, benimsedim. Dünya şiirinin birçok ustasını ta¬nıdım. Kendi dilinden okuyabilmeyi büyük mutluluk saydığım Puşkin'in olağanüstü yalınlığından, Lermontov'un romantik tut¬kulu şiirlerinden etkilendim... 1970'te yayımlanan Bir Gün Mut¬laka adlı kitabımda bütün bunların izleri olmalı... 1962'den sonra¬ki on yıl, hemen hemen bütün toplumcu gençlik hareketleri için¬deydim. Bilimsel sosyalist düşüncenin birçok temel yapıtını da okudum bu yıllarda. "Ant" dergisindeki çıkışta yer almam, işte bü¬tün bunların sonucudur...
Hiçbir görüş olduğu gibi kalmaz. "Ant"taki çıkıştan bu yana on yıldan çok zaman geçti. Duygularımda, bilgilerimde, zevkle¬rimde değişmeler olması doğaldır. Fakat o günden bugüne edin¬diğim yeni bilgiler, duygular ve zevkler, o sıradaki çıkışın bazı ek¬sik ve yanlışlarını bana göstermekle birlikte, temeldeki haklılığını daha çok duyurdu diyebilirim.

1970 sonrası hızlı siyasallaşma, kaçınılmaz olarak şiire de yansıdı. Birçok ozan, güncel olaylara yapıtlarında yer verir oldu. Slogancılık gibi, soruna "içerden/dışardan" bakmak gibi tartışma¬lar da bu arada uç verdi. Söz konusu dönemin senin şiirine getir¬dikleri üzerine diyeceklerin?

"Hızlı siyasallaşma" 1960 sonrasından bugüne uzanan bir sü¬reçtir, bence. Güncel olaylara yapıtlarda yer vermek ise, bizim eski ve köklü bir geleneğimizdir. Fikret'i, Nâzım Hikmet'i düşün¬mek yeter. Bir anlamda her şey günceldir. Hayatımız, üst üste ge¬len güncelliklerin toplamıdır. Günceli küçümsemek, sanatçıyı ve sanatı toplumsal gerçekliğin dışına çıkarır. Bu da bazı çevrelerin işine gelebilir. Güncelle ilgilenmeyen bir sanatçıyı düşünemiyo¬rum bile. Polonyalı Şair A. Mitskeviç, Puşkin'le ilgili anılarında, "onunla konuşurken, sanki dünyanın bütün parlamentolarının her gün yayımladıkları siyasal bültenleri izliyormuş duygusuna kapılırdınız" diyor... Öte yandan, şiirin gazete haberciliğinden farklı bir şey olduğunu da bilmek gerek. Pek çok şairin, gerek ki¬şisel, gerek siyasal konularda, güncel durumlardan kaynaklanan sayısız şiiri örnek olarak verilebilir. Güncel bir aşkın da şiiri olur... Apollinaire'nin "Rosemonde" şiiri buna örnek sayılamaz mı? Önemli olan, güncel ya da güncel olmayan herhangi bir şeyi, bir zekâ, duygu, söyleyiş, vb. seçkinliğine ulaştırabilmek. Burada sorun, şiir yapılır mı, yaratılır mı sorusuna geliyor... Şiir sadece yapılan (imal edilen) bir şeyse, şairin zamanına, ener¬jisine, edindiği tekniklerin doğurganlığına bağlı olarak, durma¬dan çoğaltılabilen bir şey demektir. Fakat aynı zamanda yaratı¬lan bir şeyse, o kadar kolay değil. Keşke, güncel olarak yaşayıp durduğumuz birçok şeyin şiirini yazabilsek. Tevfik Fikret'in "Sis"i, "Hânı Yağma"sı gibi şiirler yazabilsek...

Sloganlaşma, bütün anlayışlar için geçerliliği olan bir şey. Bizde ise toplumcu şiiri karalamak için kullanılan bir suçlama ol¬du. Konuşma (ve yazı) dili dönem dönem sloganlaşan (Kalıplaşan, klişeleşen) bir şeydir. Bu anlamda toplumcu olmayan şiirin de sloganları bulunur, aranırsa... Her şair kendi özgün dilini ya¬ratmalıdır. Bu ise, yapay yollarla, zorlamalarla başarılamaz. Üs¬lup, şairin kişiliğinden, dünyaya bakışından ayrı bir şey değildir. İster güncel bir olayı, ister daha genel bir şeyi anlatalım, önemli olan, bu anlatışta yansıyan kişiliğimizdir. Üslup ölü bir teknik, bir sözcükler toplamı, salt bir kurgu değildir. (Siyasal ya da kişisel) çok basit, sıradan bir olayın, durumun vb. yansıtılışına kişiliğimizi koyabilmişsek eğer, slogansal olmayan bir şey yapmışız demek¬tir. Buna karşılık, bir kişiliğin izini taşıyamayan şey, ne kadar bil¬gece görünürse görünsün, ölü bir teknikten başka bir şey değil¬dir, slogandan farksız bir şeydir.

"İçerden bakmak, dışardan bakmak" sorununa gelince... ya¬nılmıyorsam Hayali'nin, "o mâhiler derya içredir deryayı bilmez¬ler" dizesi aklıma geliyor... Nâzım Hikmet, İspanya İç Savaşı'na katılmadı, faşistlerin saldırdığı ülkelerde değildi. Hapisteydi. Ama bu konularda en güzel şiirleri yazmıştır. Böylece "ideoloji" kavramıyla karşılaştığımızı sanıyorum.. Şu sıralarda üstünde hiç durulmayan bu kavramla...

Kimi şiirlerinde poetikana ilişkin ipuçlarına rastlıyoruz. Bir dizede "şiirlerle kalbimi ve hayatı araştırıyorum" demiştin. Bir başkasında "Biçim ustalıkları aramayın şiirimde, içimin acıları ya da sevinçleri onu oluştursun istiyorum" ya da "Yazacağım her şeyin hayatta bir karşılığı olsun istiyorum" diyorsun. Bunların da dışında poetikanı açıklar mısın?

Şiirin, kişilikle çok ilgili bir şey olduğunu yukarda anlatmaya çalıştım. Şairin şiiri, onun kişiliğidir, bütün hayatıdır. Bu anlamda şiirsel yapının neredeyse organik bir şey olduğunu düşünüyorum. Yaşayan, kımıldayan, soluk alıp veren canlı bir organizma...

Bir şiirinde "Bütün hayatları anlatabilsem" demiştin. 1970'in ,sonlarına doğru verdiğin ürünlerde yeni ilgi alanlarına yöneldiğin, değişik çalışmalar ortaya koyduğun gözleniyor. "Dörtlükler", "Mustafa Suphi Destanı", "İyi Bir Yurttaş Aranıyor" bunların arasında sayılabilir. Bu çalışmaların özellikleri ve şiirinde kapladı¬ğı yer üzerine neler diyeceksin?

Bu soruyla da, epik şiir, lirik şiir ayrımıyla karşılaştığımızı sanıyorum. Dörtlüklerin bir bölümü, Mustafa Suphi Destanı ve İyi Bir Yurttaş Aranıyordaki şiirler, genellikle epik çalışmalar¬dır. Daha çok, düşüncenin, kurgunun temele alındığı, anlatıya yaklaşan şiirler. Fakat bu tür çalışmalarda da kişisel bir bakışın, coşkunun önemi olduğuna inanıyorum. Yoksa özgün bir şiirden, giderek şiirden söz etmek güçleşir. Ortada sadece düşünce ve teknik kalır.

Şiir serüveninin birikimine bugün baktığın zaman neler düşündürüyor sana? Gerçekleştirmek istediklerini ne ölçüde ger¬çekleştirdin? Vardığın sonuç önümüzdeki günlerdeki çalışmalarına nasıl yansıyacak?

İlk şiir kitabım 1965'te yayımlanmıştı. O günden bu güne sekiz şiir kitabım yayımlandı. Ortalama, iki yıla bir kitap düşüyor. Kitaplarım genellikle yeni basımlar yapıyor, yapmakta. Bunu şiiri en içtenlikli, en yalın bir söz olarak düşünmeme borçlu olduğumu sanıyorum. Çünkü içten ve yalın bir sözün her zaman bir önemi olduğuna ve hep olacağına inanıyorum. Düşündüklerimi, duyduklarımı, elden geldiğince ilk biçimleriyle, mekanikleştirmeden aktarmaya özen gösterdim. Çünkü şiiri şiir yapan şeyin o insanca sıcaklık, kendiliğindenlik olduğunu düşündüm hep. Ama bu, şiirin bir çırpıda yazılıp, tamamlanan bir şey olması da demek değildir. Bir şiir üzerinde aylarca, bazen daha uzun süreler çalıştığım oluyor. Her seferinde, başlangıçtaki o duygu birikimini yakala¬maya çalışıyorum. Yoksa şiir mekanik bir söz yığınından başka bir şey olamaz diye düşünüyorum. İçinde insanca bir sıcaklığı, bir yüreğin çarpışlarını taşımayan şiirler, ne ölçüde biçimsel yetkinli¬ğe sahip görünseler de dar çevrelerde geçici modalar oluşturmak¬tan öteye geçemeyeceklerdir kanısındayım. Ve bu sorun, bugün¬kü şiir ortamımızın önemli bir olgusu olarak görünüyor bana. Türkiye gibi büyük, köklü bir şiir geleneği olan bir ülkede, şiir ki¬taplarının az tirajlarda basılıp satılması, şairler için övünç nedeni olmamalıdır. Şiir okurunun, şiirde felsefi anlamda bir bilgiden, ses ve söz oyunlarından çok daha fazla, yalın, içten sözlere gerek¬sinimi olduğunu kavramalıyız. Burada şairin insan olarak kişiliği de önem taşıyor. Bir insan ve yurttaş olarak, çağın, toplumun bü¬tün duygularını derinliğine tanımak ve yaşamak. Her anlamda, yaşanan dönemin bir parçası olabilmek. Ancak böylece onun tanığı ve sözcüsü olunabilir diye düşünüyorum. Şiir soyut, kurgul bir düşünce alanında değil, yaşanan her anın somut elle tutulurlu¬ğundadır, bence... Bundan böyleki (epik ya da lirik) çalışmala¬rımda da bu düşüncelerim çıkış noktam olacak. Üslupla ilgili gö¬rüşlerimi yukarda belirtmiştim. Daha dar ve teknik anlamda bi¬çim konusunda ise, önceden belirlenmiş bir ilkem yok diyebili¬rim. Uyak kullanmayı seviyorum. Sözcüklerin seçiminde (çok ka¬tı biçimde olmasa da) hece sayılarına, uzunluk ve kısalıklara, ses¬li ve sessiz uyumlarına önem veriyorum. Geleneksel kıta (ve be¬yit) düzenine yatkınlığım var. Öte yandan konuşur gibi, uzun ve birbirini aralıksız izleyen dizelerle yazmayı da seviyorum. Bu an¬lamda bir kalıplaşma ve katılaşma bana yanlış görünüyor. Teknik de, dünya görüşü gibi, duyarlık gibi, hayatın kendisi gibi, gelişen, yeni boyutlar ve ayrıntılar kazanan bir şey olmalıdır diye düşünü¬yorum.

Sorular: Kemal Özer (Gösteri, Şubat 1982)

(*) Bu konuşma, "Şairin şiiri, onun kişiliğidir, bütün hayatıdır" başlığıyla yayımlanmıştır.