DAĞLARCA’YLA BİR ÖĞLE SONRASINDA...

1914 doğumlu olduğuna göre Fazıl Hüsnü Dağlarca tam 90 yaşında...
Böyle bir yaşa erişme ayrıcalığına sahip olmuş “fani”ler genellikle köşelerine çekilir, dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekerler...
İçinde olduğumuz Mayıs ayının bir öğle sonrasında Kadıköy’deki evinde ziyaretine gittiğim Dağlarca’yı hiç de böyle bulmadım.
Tam tersine, her zamanki pırıl pırıl Dağlarca çıktı karşıma.
Görüşmeyeli bir kaç yıl olmuştur.
1970 başlarında Moskova’da unutulmaz birkaç günden sonra büyük ustayla aramızda derin dostluk bağları oluşmuştu.
Dağlarca’nın şiiri, ondan yaklaşık üç kuşak sonrasının bir şairi olarak , lise çağımdan bu günlere her zaman başucumdaydı. Bu gün de öyledir.
Fakat engin kişiliğini tanıyışım ve hayranlık duyuşumun başlangıcı, 1971 ya da 72’de Moskova’daki karşılaşmamızdır.
Daha sonra, 70’li, 80’li,90’lı yıllarda pek çok kez karşılaştık. Rastlantısal karşılaşmalarımızın, kimi kez telefon konuşmalarımızın ya da iki kadeh rakı eşliğinde sohbetlerimizin izlenimleri defterlerimdedir... Çünkü Dağlarca’yla her karşılaşma, düşündürücü, eğitici, bilgilendirici, şaşırtıcı ve aynı zamanda eğlendiricidir de...
Bilgiyle, duyguyla, imgelemle, mizahla, ironiyle, bilgelikle , çocuksulukla, saflıkla, iyilikle, sevecenlikle, derin bir merhametle yoğrulmuş , fakat yeri geldiğinde de acımasız olabilen, kıldan ince kılıçtan keskin bir zekâdır ondaki...
Birkaç yıldır görüşmemiştik. Özlemiştim. İki hafta önceki bir İzmir yolculuğumda arkadaşlarla kulaklarını çınlatışımızdan birkaç dakika sonra çalan cep telefonumdaki sesin Dağlarca’nın sesi oluşu, inanılmaz, neredeyse büyüleyici bir rastlantıydı.
İşte, şimdi, güneşli bir öğle sonrasında, Kadıköy’deki evinin salonunda oturmuş konuşuyoruz.
Yürümesinde güçlük var. Sağ gözü, yıllar önceki yanlış bir ameliyat yüzünden ne yazık ki sakatlanmıştı. Ama zekâ, değil üç beş yıl öncenin, otuz yıl önceki zekânın tıpkısı...
Türkiye’den, şiirden, dünyadan konuşuyoruz. Bir şiirindeki gibi, bütün antenleri yine bütün yönlere açık...
Sovyetler Birliği’ndeki sistemin çöküşüne ve acı sonuçlarına ilişkin ortak üzüntümüzden söz ediyoruz... “Bizim gibi düşünen kaldı mı?” diye soruyor...
Rus insanına duyduğu sevecenliğin nedenini Dağlarca’ca dile getiriyor : “Uyanmak istemişlerdi...” Bir an sustuktan sonra kederle ekliyor: “Ama uyanamadılar...”
Türkiye’den, yükselen gericilikten yakınırken, yüzü birden çocuk yüzü gibi aydınlanıyor; “Biliyor musun” diyor, “takvim’e Türkçe ad buldum ...Kendi de bir tuhaf maliye bakanının soyadından esinlenerek.”
Ve buluşunu müjdeliyor: “Günakıtan ...”
Ve aynı çocuksu ışıltıyla soruyor: ”Nasıl?..”
Sıra dergilere, şiire geliyor...
Dişe dokunur bir şeyler var mı?...
Şu anda masamda, 90 yaşındaki şairin Berfin Bahar Dergisi Mayıs 2004 tarihli sayısında yayınlanan son şiiri duruyor:
“Sorumlusunuz Demek Yetmez...”
Her dizesi, her kıtası bir şiir okulunda ders olarak okutulabilecek bir şiir...

“Sorumlusunuz demek yetmez/Günün gereğini yapmak varken/Gerçek yurttaşlar soluk alamamakta/Yüreği böylesine darken”

Giriş dizelerini bir karabasan ortamının betimleri izliyor:

“Ağaç sallanmamakta/Dalları karanlık/Dalları buz gibi/Yapraklar bin acıyla kımıldarken/.../Yollarımız bomboş/Arabalar geçse de burun buruna/Varacağı yer çıktığı yerden dışarı/Yollar ölüm çizgisine uzarken”

Yapraklar, dallar, ağaç, bunlar aynı zamanda birer simge midir? Yurdun ve yurttaşların simgesi? Bir ağaç mı, bir ülke mi anlatılıyor? Arabaların burun buruna geçmesine karşın yollarımız neden bomboş? Yolların ölüm çizgisine uzaması ne demek? 90 yaşındaki şairin simgelerini, imgelerini, günümüzün genç, yaşlı bir çok şairine ev ödevi olarak vermeye ne dersiniz?
Şiiri izlemeyi sürdürelim:

“Dağın taşın dili yok/Irmağın kuşun sesi yok/Yok geleceği dinleyen/Geleceğimiz ta uzaklarda susarken”
Geleceğimizin ta uzaklarda susması ne demek?Diyalektik düşüncenin böylesine güçlü bir imge olarak dile getirildiği çok az dize vardır...Gelecek henüz doğmamış çocuk gibi, çocuğumuz gibidir... Onun söyleyecekleri bize, bu günlere bağlıdır... Bir başka deyişle, bizlerin sorumluluk ve eylem bilincine..
“Batı Acısı”nın şairi, 90 yaşındaki şair, çığlık gibi, öğüt gibi, ağıt gibi dizelerle bitiriyor şiirini....Kumda oynar gibi sözcüklerle oynayan ve böylece şiir yazmakta olduklarını düşünen genç, yaşlı nice şaire, yurttaş olmanın, yurtsever olmanın, insan olmanın, şair olmanın anlamını fısıldayarak...
“Artık batı acısı değil batı saldırısı/Bizi bölmek bizi ayırmak bizi parçalamak/Günden güne daha çok büyümekteler/Bizde bu küçüklük varken...”

“Cumhuriyet”, 29 Mayıs 2004