ÖLÜ DÜNYAYA CANLI ŞİİR

Nihat Behram

Büyük şairler ender gelir. Biz yaşlanırız, dağlar bile yaşlanır, onlar hep genç kalır. Bahar ve okyanuslar da böyledir. Bir de yanardağlar. Büyük şairler, ateş püskürdüğü andan sosuza dek artık hep o adla anılacak olan yanardağlara benzer. Hem de bahara. Dibine ulaşılamaz derinliklerin, büyük dalgaların, ateşle solumanın, tomurcuğun ve tohumun ikizidirler.

Yaşarken ben bunlarının bazılarına rastladım. Aragon’a söz gelimi, Alberti’ye, Ritsos’a, Ciğerhun’a, Dağlarca’ya...Rastlaşmamı mutluluğum sayarım.

Büyük şairler hep gençtir, yaşlanmazlar. Büyük şairlik de zaten hep tomurcuk kalabilişte gizlidir. Yani, sürekli körpelikte ölümsüz kılınmışlık. Bir yağmur damlasıyla okyanus arasında. Ya da, rüzgârla yanardağ. Neruda oradadır, Marti, Josef, Puşkin...İnsanlık tarihinde şiirin doruklarıdır. Goethe’si, Heine’si, Lorca’sı, Mayakovski’si, W.Whitman’ı... ile yeryüzü yanardağları..Öyle sürüyle değil, sayılıdırlar...

Seçkin bir çok şair de var kuşkusuz. İnsanlık tarihinde iyi şair ise saymakla bitmez. Ama büyük şiirin sayımı parmak hesabıyladır.

Seslerinin, tarihsel olanla güncel olanın kesiştiği yerde çiçeklenmesi, ortak özellikleridir. Hep genç, körpe kalmanın gizi de burdadır. Zamana yenilmezlik, eskimezlik, hayat sürekliliğiyle iç-içelik... Her biri her an bu yaşadığımız gündedir. Ve hem kendi evinde, hem insanın olduğu her yerinde dünyanın. Yerellikle evrenselliğin, tarihsellikle güncelliğin kesişmesi de budur..

Tabii ki, bir yağmur damlası ya da bir dere, okyanus derinliği taşır. Bakabilir ve görebilirseniz eğer! Ama sadece hayat ve büyük şiirde. Büyük şiir bilgiç değil, bilgedir. Sahi ve benzersiz derecede kendisi. Menekşe ya da dağların yeryüzünde ne kadar kökü varsa, hayat büyük şiirde o kadar kökten açar. Mucizevi düşlerle besler yemişini. Bu hem tohumun toprakta yeşermesi kadar basit ve sıradan, hem tohumla ışığın ölümsüz aşkı kadar sihirli, ulaşılmaz ve karmaşıktır. Susuz deniz olur mu, yada alevsiz ateş? Öyleyse, dizesiz şiir de olmaz. Şiir dizedir. Büyük şiir ise dize doruğu.

Halk ve modern şiir temsilcileriyle Yunus, Karacaoğlan, T.Fikret, Nâzım, Dağlarca coğrafyanmızdan Türk dilinin yeryüzü büyük şiirine eklenmiş doruklarıdır. Tabii ki Türkçe’nin, bir kısmı seçkin, değerli, başka şairleri de var. Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Orhan Veli, A.İlhan, A.Arif, M.Eloğlu, T.Uyar gibi... Ama, halk ve modern şiir bütünlüğüyle, şiirimizin doruklarını saymaya ben Yunus, Karacaoğlan, T.Fikret, Nâzım diye başlarım.

Vasat şair ararsanız, sanırım coğrafyamız bu konuda yeryüzü zenginidir!

Şiir üstüne kim nerede nasıl hırıldanır, nasıl zırıldanır, kendi meselesi. Kimi, M.H.Doğan gibi, dünyada sürüsüne bereket olan 2. Yeni türü vasat bir şiiri ‘şiirde devrim-aşılmamış şiir’ sayar; kimi, Zaman’e şiirin isiyle, yeryüzüne adaleti gökyüzünde arayan Hilmi Yavuz’un çevresinde dolanır. Saysın, dolansın! Büyük şiir gerçeği yanardağ gerçeğidir. Karalamak isteyenin kendi karalanır. H.Yavuz, T.Fikret’i nerdeyse şairden bile saymıyormuş! Geçende TRT’sinde gördüm. Zavallı T.Sait Halman, “Hepten yok saymayın canım, hiç olmazsa iyi şiirleri olduğunu kabul edin!” diye zorladı da, Yavuz, “Sizin hatırınız için kabul edeyim!” dedi. Sözünü ettiği kişi, çağında yeryüzünün en ateşli, en aydınlık, en derin, en ruhlu, en bilge şairi Tevfik Fikret! Nâzım’ın doğum sancısı. Böyle şeyleri zihinden geçirmek bile, sisli-ince hesapların, sığlığın, şiir ruhsuzluğunun bilgesizliğinin ifadesidir. Ötesini berisini tartışma bile yersiz. Puşkin’i tartışmanın ötesi berisi mi var ki T.Fikret’in olsun? Yunus, Karaca, Fikret, Nâzım, Dağlarca insanlık tarihinin yanardağ doruğu şairleri arasındadır. Bunlara, şiirinin toplamı ve ‘Hayata Uzun Veda’yla ateşlenerek Ataol eklenmiştir.

Bir ömür boyu dünyanın her tarafında, her tür şiiri koklamış biri olarak, bunda hiç kuşkum yok. İnsanlık tarihi ve çağında Yunus’un ve Karaca’nın en derine inmiş, en yüceye çıkmış olmasından hiç kuşkum olmadığı gibi. Nâzım’la şiirsel doruğunu bulmuş toplumcu gerçeklik, Ataol’un 960 sonrası şiirleriyle, klasik kapsamından güncel yaşantımıza yeni bir ses dalgası olarak saçılır, yaşanmakta olan yeni hayatla tutuşurken, Türk şiirinde yeni bir evre başlıyordu. Bu, ‘Hayata Uzun Veda’nın, ne denli sağlam bir temele sahip olduğunun da ifadesidir.

Evet dizenin ‘nerdeyse öldü’ dendiği, şiirin can çekiştiği bir ortamda; duygu özürlülüğün hastalık virüsü gibi bulaştığı, taklitin, klonlamanın, ruhsuzlaşmanın, sığlığın, fanteziciliğin, magazinleşmenin, anlam bulanıklaşmasının, markalaşmanın, düşsüzleşmenin, bilgiçleşmenin, köksüzleşmenin, sahte müptelalığının yaygınlaştığı bir ortamda; “ toplumcu şiirin kötü etkilerinden sıyrılma konusunda 2. Yeni şiirde bir devrimdi, sadece din konusunda toplumculuğun kötü etkisinden sıyrılamamıştı” gibi zırvaların, şiir teorisi olarak yağlandığı bir ortamda; “1989 da reel sosyalist rejimlerin çöküşü, bir süreç olarak 19.yüzyılın ortalarından beri sınıfsız ve her türlü pazar ilişkisinden kurtulmuş bir yaşam idealinin sonu anlamına geliyordu!” türünden, devrimci-sosyalist mücadeleye ‘ölüm’ ve sınıflı topluma ‘sonsuzluk’ tamtamları çalan ‘felsefi şiir fragmanları’nın ‘yeni solculuk’ olarak bitlendiği bir ortamda; zülüfe, perçeme, sevdaya ölümsüz ışık bulmuş Karaca’nın coğrafyasında şiiri türbana sarma çabasının salyalandığı bir ortamda...bunda hiç kuşkum yok: “Hayata Uzun Veda” büyük şiirin ateşiyle hayatımıza seslendi. Ataol, ölü dünyaya canlı bir şiir sundu. Nefes alan bir şiir. Hisseden, hissedilen, canı olan bir eser. Mozart’ın senfonisinde, Karaca’nın türküsünde, Çehov’un oyununda, Neruda’nın ‘Canto General’ indeki gibi.

O “sınırlarını zorlayan sözcükler” le, kendi deyimiyle, “sözcükleri kanatarak” şiirin canlı olduğunu kanıtladı, çançekişen şiire kanla yetişti... Doğurulmuş, yaşayan bir şiirle. Şiiri, kendinden önceki büyük dünya şiiriyle içtenlik yarışına girmiş bir şiirdir. İnsan denen canlıya, bütün karmaşıklığıyla yaşam tanıklığı yapan bir şiirdir. Gemisini terketmeyen, eğilmeyen, bükülmez, teslim olmaz bir şiirdir. Sayılı büyük dünya şiirini, insanlığın ölümsüz sesi yapan bütün özelliklere, yeni ve özgün katkılarıyla sahip bir şiirdir. Yazıldığı yer ve günde, bütün yeryüzü ve insanlık tarihinin malı olmaya aday bir şiirdir.

Bana en sevdiğin şairlerden biri diye sorsalar, Yesenin adı başlarda ağzımda kıvılcımlanır. Ama büyük dünya şairliğinin Puşkin’e özgü olduğunu bilerek. Bunu bilmenin kıstasları da o kadar karmaşık değil. Solumak yeter.

“Hayata Uzun Veda”, ardında okyanus dipsizliği taşıyan minicik yağmur damlası berraklığıyla; bütün renkleri içinde taşıyan bembeyaz derinliğiyle; karmaşık bir hayattan süzülmüş, sade, duru, arı mı arı söyleyişiyle; en anlaşılmaz olanı, sıradan insana bile anlamlı ve anlaşılır kılışıyla; sevincin, hüznün, ayrılığın, kavuşmanın, merhametin, özlemin, korkunun, umudun en insanî harmanıyla; hesap verişi ve soruşuyla...ve, kirden, pastan, taklitten, magazinden, arabeskten, süslemecilikten lekesi olmayan büyük bir şiirdir. Büyük şair içgüdüsüyle, sanki ‘boğulacaksam şiirde boğulayım’ diyerek, şairi tarafından, her şeyden önce kendisi için yaratılmış bir okyanus şiirdir. Darwin’e kardeş, Lenin’e, Spartaküs’e yoldaş, Puşkin’e sırdaş bir şiirdir. Sonunda, kendimiz yazmışız gibi soluduğumuz, özdeşleştiğimiz, biz ve bizim olan bir şiirdir. Kır çiçeğiyle insanı hesaplaştırıp kır çiçeğinin safında durma yüceliğinde; bir kentten bir insana dek ayrıldıklarına bakışında; bilgeliği, inceliği, içtenliği, sahiliği, hüznü ve umudunda, olağanüstüleşen bir şiirdir. Kendini bitmezliğe ulaştırma becerisinde olağanüstü bir şiirdir. Milyonla spermden sadece birinin güne çıkma şansı gibi, şiirde bu yetkinlik çok ender elde edilebilen bir özelliktir. Hem yaşlı hem gencecik; hem mahir hem acemi; hem güvenli hem uçurumda; hem yüzeyde hem derin; hem sıcak hem ürpertici; hem tek sesli hem orkestra zenginliğinde bir şiirdir. Olabildiğince sade sesi altında hayatı kelimelerle işleyen incenin incesi ve özgün bir minyatür yeteneği gizlidir. Olağanüstülüğünün bir unsuru da budur. Büyük şiir kıstasları başka nedir?

‘Şiir kurtları’nın şair geçindiği, kötü şairlerin ‘kurt’ şiir eleştirmeni postuyla gezindiği; bilgiçlerin ‘bilge’ bakışlı, cahilin en geveze olduğu; teslimiyetin gittikçe kronikleştiği; aptallığın, sığlığın gittikçe olağanlaştığı; elitliğin, toplum sorumsuzluğunun mayalandığı bir ortamda, “Hayata Uzun Veda” yı ve birlikte yayımladığı “Okyanusla İlk Karşılaşma”(*) yı okurken, duygularımı ve bu şiir vesilesiyle yaşadığım zenginliği, genç, yetenekli, hayata içtenlikle ve önyargısız yaklaşan, anlamaya çalışan, insana, kendine, toplumuna, halkına, dünyaya, suya, toprağa, havaya ve insanlığa karşı sorumluluk duyan genç kardeşlerimle paylaşmak istedim. Sadece onlarla.

Nihat Behram / Şubat 09
*( Ataol Behramoğlu’nun “Hayata Uzun Veda” ve “Okyanusla İlk Karşılaşma” adlı şiir kitapları / Tekin Yayınevi / Ekim 08 )

 

DEFNE GÖLGESİ
TURGAY FİŞEKÇİ
Ataol Behramoğlu

Kimi şairler vardır, yaratıcılıkları gençlikleriyle sınırlıdır. En önemli yapıtlarını genç yaşlarında verirler, ilerleyen yıllarda bu ustalıklarıyla yetinen, öncekileri çoğaltan şiirler yazarlar.

Kimi şairlerinse yaratıcılıkları bütün hayatlarına yayılır.

Yeni şiir kitabı Hayata Uzun Veda’yı (Tekin Yayınevi) okuyunca, Ataol Behramoğlu’nun da böylesi şairlerden olduğunu düşündüm.

Daha yirmi beş yaşında “Bir Gün Mutlaka” adlı destansı şiiriyle, kuşağının ve döneminin sesi olmayı başarmıştı. 1960 kuşağı gençliğinin sesi, ruhu olmuştu o şiir.

Kuşağının sesi olmasının yanında, çağdaş şiirimiz için de yeni bir soluktu. Şiirimizin geçmiş birikimlerinden beslenen ama kendi özgün sesini ve dünya görüşünü, kuşağının ve döneminin ruhunu şiire taşımıştı.

‘70’li, ‘80’li, ‘90’lı yıllarda yaşadığı dönemi, bireysel yaşamıyla toplumsal yaşamı hep birbirinin içinde, birini ötekinin varoluş nedeni olarak şiirlerine yansıttı.
Şiirleri yalnızca kendi kuşağının sesi olarak da kalmadı; çağdaş şiirimizin dönüm noktalarından biri olarak, kendinden sonraki genç kuşaklar üzerinde de derin etkiler bıraktı.

***
Hayata Uzun Veda, Ataol Behramoğlu şiirinde yeni bir patlama.

Şair, 2007’nin mart ve nisan aylarında, iki ay içinde yazdığı yirmi şiirlik soluklu bir ürünle, tek tek şiirlerle kolay sağlanamayacak bir sahicilik, şiirsel bir bütünlükle okurlarına sesleniyor.

Bir şairin, yaşamının bir döneminde hayatla ve şiirle hesaplaşması olarak okudum, Hayata Uzun Veda’yı.

Ta Homeros’tan bu yana şairlerin bütün yaptıkları hep hayatla bir hesaplaşma değil midir? Hayatın gizlerini çözmeye çalışırken, okurlara bu büyülü sürecin kapılarını aralamak...

“Hayatın şarkısını söylüyorum / Uçsuz bucaksız hayatın” dizeleri, bütün bir şiir serüveninin özeti.

Bu şiirlerin, bu denli etkileyici olmalarında bir etken de, şairin yaşam zengini, görmüş geçirmiş biri gibi değil de, yirmi beş yaşındaki genç bir şairin sesiyle yazmış olması. Sanki hayat ne denli yaşansa da, mucize özelliğinin kaybolmadığı duygusunu uyandırıyor bu genç ses. Hep şaşırtan, hep yeniden başlama özelliği, eskimesine engel oluyor, hayat dediğimiz karmaşık sürecin.

***

Son yirmi yıldır, dünyanın ve ülkemizin içine düştüğü toplu kirlenme sürecinden en çok yara alan alanlardan biri de şiir sanatı oldu. İnsan ve toplum kirlendikçe şiirden uzaklaştı. Şiir adına, ancak içinde yaşadığımız çürümeyi yansıtan bayağılıklar ortalığı sardı. Şiirin bu denli kıyıda kalması, aslında gerçek hayatın da bir yana itildiğinin, yapay dünyalara sığınıldığının bir göstergesi.

Ataol Behramoğlu’nun yeni şiir kitabı, okurunu gerçek hayata çağıran, onu yaşamaya, anlamaya, onunla bağlar kurmaya özendiren bir yapıt.

Okuyanlar, içinde unutulmaz dizeler bulacaklar, bu dizeler çevresinde kendilerine yeni dünyalar sunan mutlu bir şiir evrenine ulaşacaklar.

Çünkü bu hayata çalıştım ben, yüzüme, her şeyime
Bakışlarımda bir anlam varsa bana aittir
Ellerim bütün bedenim bana aittir
Tanıştığım güneş, yıkandığım ırmaklar
Bu dünyayı kendi gözlerimle görmeyi öğrendim sonunda.

 

OKTAY AKBAL

‘Veda’ların Saati Yok!
“Geriye kalan hiçlikten başka nedir?
Öyleyse her şey hiçbir şeydir.
Ya da hiçbir şey her şey”

Bir şairin ayrılış öyküsü! Ancak şiirle olacak bir şey! Veda etmek yaşam denen serüvene... Herkesin yaşadığı, yaşadığını sandığı! Bir şair arkadaşım “Her kafa bir dünyadır” demişti. Gerisini söylememişti. Hiçbir şeyin, her şey olduğu, olmadığı... Yaşarken bilinir mi? Belki sonlara doğru, bir pencere önünde ya da ıssız bir park kanepesinde...

Ataol Behramoğlu sizden, bizden biri mi? Öyle mi? Hepimiz ayrı biriyizdir. Benzese de yüzümüz, bakışımız, gülüşümüz... Kendimizi tanımamız bile zamanlar alır, yine de yeri gelir sorarız, ben kimim, ben yaşadım mı bunca zamanı!

***

Bir şarkıda, bir dizede arayıp bulmak kendini!.. Bulduğunu sanarak aldanmak! Başka biriyiz gerçekte, her bakışa göre değişen...

“İnsan kendi yüzünü de unutabilir” dediğimiz anlar yok mu? Bir ayna bize neyi gösterir, kendimiz sandığımızı...

Bir berber aynası, hem değişkendir, bizler hep aynı olduğumuzu sansak da...

Üstünkörü bir yaşamda gidip geldiğimizi bilmeden tüketsek de günleri, ayları, yılları...

Niye “veda” demiş hayata daha genç çağında? Yıllar değildir ölçü! Kimi için uzun bir dakikadır, kimi için bir an, bir dizelik, bir bakışlık bir zaman parçası...

Ataol için yaşantılardır şiir duyuşları. Anlamı varsa en güzelidir, şiiri duymak, yazmak, yaşatmak, senden sonrasına...

Belki o veda yaşamdan kopuşun değil, şiirin tükenişidir. Oysa yok öyle şey, hiçlik varsa da şiir hep o hiçliğin çözülüşüdür.

***

Doğuştan atılmışız bir karışıklığın içine küçük ellerimiz yumruklarımızla sarılarak ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız bir şeye... Yaşammış, aşkmış, sevgiliymiş. Bir tek ya da çok... Çoğul bir kişilikle değişe değişe... Bir yokuştan inmek derinliklere... Aramak orda bir anlamsızlığı, son anına kadar bekleyerek. “Kulağım kirişte saatler durabilir mi birdenbire? Yer ve gök ve denizler bir ağızdan konuşmaya başlayabilirler mi? Ya da bir şarkıyı tutturabilirler mi” diye diye.

Bir de bakmışsın, saati çalmış saat diye bir değer varsa... Yaşadın, yaşamadın, yaşadığını bir masalda duydun, duyurdular, aldattılar yaşadın diye... Bu doğada, bu denizde, bu gökte, şairlerin dizelerinde... Ki onlar, “Ölüme hiçbir zaman inanmadılar. Bir gün herkes gibi öleceklerini bilseler de...” Ama Ataol şair doğmuş, şiir en yakını olmuş, bir dost, bir kardeş gibi büyümüş onunla. “Ölü ve suskun olmak-Bir şaire nasıl yakışır-Şair nasıl susabilir şiirsiz boşlukta-‘Ki onlardır’ daha çok güven veren sözcüklerden bir dünya bırakarak.”

***

Ataol Behramoğlu bir “veda” mektubu mu bırakmak istemiş bizler adına? Özetlemek yaşam denen aldatmacayı! Öyle bir masal ki bu aldatmaca bizleri de, daha kimleri de aldata aldata sevdirmiş, yazdırmış, düşündürmüş!.. Veda’ların saati olmadığını...

Ataol sanki benim için yazmış bu eşsiz destanı!.. Yoksa ben mi yazmışım!
O.Akbal 14.12.08 Cumhuriyet