ATAOL BEHRAMOĞLU'NUN HAYATA UZUN VEDA'Sl. YADA MODERN THESEUS'VN İZİNDE
Prof. Dr. Kemal OZMEN*
"Hayatımız
Su üstüne yazılan
Bir yazı değilse
Bu yitip giden şey nedir"
Ataol Behramoğlu / Hayata Uzun Veda
HAYATA UZUN VEDA D'ATAOL BEHRAMOĞLU OU SUR LES PAS DE THESEE MODERNE
Le recueil de poesie Hayata Uzun Veda (Un grand adieu â la vie), publie en 2008
par le poete contemporain turc Ataol Berhamoğlu (1942), apparaît comme un renvoi
au Thesee (1949) d'Andre Gide qui considere le heros mythique, fondateur
d'Athenes, comme son porte-parole et son «oeuvre» comme son fondement spirituel.
En effet, ces textes epico-lyriques de Berhamoğlu, qui a toujours refuse de
separer son destin individuel de celui de ses «freres humains», se dressent
devant nous comme un veritable testament oü se revele, dans un style
profondement humain, la «trace» indelebile laissee dans ce monde par l'ecrivain.
Ce n'est pas, comme Thesee, une ville, Athenes, que Berhamoğlu nous laisse en
heritage, mais bien, dans la fidelite authentique de 1'homme affronte â la
fatalite du temps et de la mort, un «monde fait de mots», plus durable que celui
que nous vivons.
Mots-cles : Thesee, Andre Gide, Ataol Behramoğlu, Hayata Uzun Veda, vie,
destinee, testament, poesie.
ATAOL BEHRAMOĞLU'S «HAYATA UZUN VEDA»
OR İN THE STEPS OF MODERN THESEUS
Ataol Behramoğlu's collection of poetry published in(1941) 2008 entitled Hayata
Uzun Veda is like a reference to Andre Gide's Thesee (1949) . The author Gide
considers Theseus, the founder of Athens, to be his spokesperson and his work to
be his spiritual vvill. The lyrical and legend like texts produced by Behramoğlu
who vievvs his fate as intertvvined with that of his bretheren, stand as a vvill
proclaiming the traces left behind on this earth in a humane tone. Behramoğlu,
unlike Theseus's Athena, does not leave behind a city but vows to leave us a 'vvorld
of words' in harmony vvith the fate of the mortal facing time and death.
Keyvvords : Thesee, Andre Gide, Ataol Behramoğlu, Hayata Uzun Veda, life,
fate, will, poetry.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü
kemozm@yahoo.fr
Andre Gide, 1946 yılında yayımladığı Thesee adlı yapıtının sonunda şöyle der:
«Arkamda Atina sitesini bırakıyorum. Onu karımdan ve çocuğumdan daha çok
seviyorum. Şehrimi kurdum. Benden sonra, orada, benim düşüncem ölümsüzce var
olacak. Yaklaşan ölümü gönül rızasıyla bekliyorum. Dünyanın nimetlerini tattım.
Benden sonra, insanların benim sayemde daha mutlu, daha iyi ve hür olacaklarını
düşünmek ne güzel. Eserimi, gelecekteki insanın iyiliği için
yarattım. Yaşadım.
Atina kralı Aigeus (Ege) ile Aithra'nın oğlu olan Theseus, başta "Minotauros"
olmak üzere Attika halkını tehdit eden çok sayıda "canavar"ı yok ederek, Atina
kentini yeniden kurmuş; kentin kralı olarak, zenginler, soylular ve işgalciler
karşısında, halkın çıkarlarını, iyiliğini, toplumsal refahını ve mutluluğunu
sağlayacak bir düzen kurmuştur. Atina halkı, Theseus'u cesareti, yiğitliği,
bilgeliği ve adil yönetiminden dolayı her zaman kutsamıştır. Theseus'u, "sözcüm"
diye niteleyen Gide ise, Theseus öyküsünün genel dokusunu koruyarak, onu, kendi
hümanizması ve ahlak anlayışı doğrultusunda düşünsel ve ahlaki planda bir
"vasiyetname" biçiminde kurgulamış; Theseus'u, insanın dinsel ya da ahlaki
nitelikli zihinsel tabulardan kurtarılması bağlamında "benlik arayışı"nın ve
"yaratıcı ben"in, bir başka deyişle "eylem"iyle kendisini gerçekleştiren insanın
simgesi yapmıştır.
Ataol Behramoğlu'nun 2008 yılında yayımladığı Hayata Uzun Veda2 adlı kitabındaki
şiirler de, "yazgı"sını -tanrılar değil- kendisi yaratan Gide'in Theseus'una bir
gönderme yapıyor gibidir. Yirmi şiirden oluşan bu epiko-lirik metinler, kendi
"yazgı"sını topluluğun, toplumun, insan kardeşlerinin "kolektif yazgısı"ndan
ayrı tutmayan bir şairin dostça, kardeşçe, içten, yalın ve lirik bir söylemle,
arkasında bir "kent" değil, ama "sözcüklerden /Bir dünya bırakarak", yaşadığına,
yeryüzünde bir "iz" bıraktığına tanıklık edecek bir "vasiyetname" gibi
durmaktadır önümüzde. Şiirler, biçimsel ve tematik bir bütünlük içinde, hayatı
önceden verilmiş bir "kabuller bütünü", bir "yazgı" olarak görmeyi reddeden ve
onu her türlü metafizik kaygının ötesinde ahlaki, dahası etik bir temelde, içi
"eylem'le, yaşanmışlıkla doldurulacak bir "yaratı alanı" olarak gören bir "düşsever
çocuk "un itirafları olarak okuru içten kavrıyor. Theseus'tan Gide'e, Gide'den
Behramoğlu'na "dünyayı ve kendisini keşfe çıkan " insanın gelecek kuşaklara
bırakacağı miras yaşadığına dair bir 'iz" bırakmanın çok ötesine taşıyor.
***
Behramoğlu'nun yirmi şiirden oluşan metninin ilginç bir kurgusu var; I. Şiir,
Hayata Uzun Veda'mn gerekçelerini önceleyen bir "prolog"; XX. ve son şiir ise,
tüm evreni içine alacak "büyük (bir Veda) Senfoni"si umuduyla biten bir "epilog"
gibi düzenlenmiştir. II.-XIX. şiirler, büyük oranda "iç yolculuklar" ve iç
gözlemlerle derinleşen hayat, insan, zaman, ölüm, şiir ve çocukluk üzerine
bilgece düşüncelerle
Hayata Uzun Veda''yi kişisel tanıklıktan çıkarıp, ortak bir insanlık
serüveniyle birleştirmektedir.
I. Şiir (Prolog), Hayata Uzun Veda'nm bir özeti gibidir; iki buçuk sayfalık
şiir, iç içe geçmiş farklı zamansal ve mekânsal kategorilerde öznesi "ben" olan
yaşanmış ve yaşanacak bir hayata; emek verilen, işlenen, derinlikli bir hayata
tanıklığa çağrıdır. Hayat sürerken, bu hayatın tanığı olmuş insanlar, olgular,
olaylar "evet, bu oydu" der gibi bilince taşınıyor geçmişin derinliklerinden;
anılar ve düşlerle örülmüş bir iç yolculuktur şimdiki zamanda süren. "Kendilik",
"benlik duygusu" hem koca bir hayat deneyimini taşıyor içinde, hem de doğrudan
hayata tanıklık ediyor. Kendi yaşadıklarıdır, kendi "izler"idir, "Nazlı boyun
büküşler, unutuşlar, ihanetler /Delice sevişmeler, karanlıkta parıldayan gözler
/ Uçurum kıyıları" ve "bütün sözcükler", kitapları dolduran, ve sesler, "bir
fısıltı", "bir çığlık", "bir gülüş", bir kahkaha", ve "Gece yarısı trenleri"inde.
söylenen şarkılar, her şey, hep yaşadığına dair: iki bin beş yüz yıl önce,
hayatını, "ders alması için" oğlu Hippolytos'a anlatmayı düşleyen Theseus'un,
"İnsan önce kendini tanımalıdır, sonra da elimizdeki mirasın bilincine varmalı,
onu kendimize yararlı kılmalıyız "3 sözlerine karşılık gelir aynada "uzun uzun"
yüzüne bakıp, yaşadıklarını kendi kendine kesinleyen Behramoğlu'nun "Kendimi
keşfetmeye çıkıp gitmişimdir" türünden itirafları; kendini tanımak, adına hayat
denen "elimizdeki mirasın bilinci"nc varmak ve "onu kendimize (ve olabildiğince
herkes için) yararlı" bir şeye dönüştürmek Behramoğlu'nun da yazgısını özetler
gibidir. Benzer biçimde, Theseus'un, "Yeryüzünde, yüce, değerli ve sürekli
hiçbir şeyin, emek sarf edilmedikçe elde edilemeyeceği"^ kesinleyen sözleri, "Bu
hayata çalıştım ben, yüzüme, her şeyime I (...) / Delice yürüyerek, ayaklarım
kanasıya / Ben her yerimi kanatarak yaşadım bu dünyada /(...)/ Çünkü olanca
sesimle ona şarkılar söyledim" diyen Behramoğlu'nun Hayata Uzun Veöfa'sının
gerekçelerini de açıklar bize; dinsel ve metafizik planda bir beklentisi olmayan
"insanın sahipsizlik yazgısı", yaşamış olduklarından geride kalanları öne
çıkartır. Çünkü onlar, bu hayatın "görgü tanıklan"dır.
***
Behramoğlu, şiirlerinde hayatı bütüncül bir çerçevede materyalist, toplumsal ve
bireysel boyutuyla ele alır; II. Şiir ile XIX. şiirler, zaman, ölüm, aşk,
çocukluk, vb. temalar aracılığıyla hayatın bu üç temel boyutunu itiraf, tespit,
tanıklık ve yüzleşme yoluyla irdeler, sorgular. Behramoğlu'nun, hayatı temelde
materyalist bir açıdan değerlendirmesi kuşkusuz dünya görüşünün de bir
gereğidir. Hayat, neden-sonuç yasalarıyla ve belirli bir diyalektik süreç içinde
biçimlenen "uçsuz bucaksız" bir oluşumdur; bireysel hayatlar, "büyük Bütünlük"
içinde kendi "tarih"lerini yaşarlar, "Kısa uzun sıradan ya da görkemli /Ama
hepsi de ufalanan kaderlerdir"; çünkü, "bir yerde her şey eşitlenir / Toz
zerrelerine dönüşerek / Ve toz da parçalandığında / Geriye kalan hiçlikten başka
nedir / Öyleyse her şey hiçbir şeydir / Ya da hiçbir şey her şey". Ancak, bu
evrensel ve sonsuz oluşum, değişim ve dönüşüm içinde
tüm varlıkların, tüm türlerin birbirlerinde sürdüğü; her şeyin aşağı yukarı
bir başka şey olduğu; hiçbir şeyin kendi içinde katışıksız olmadığı; her şeyin
evrensel determinizmle belirlendiği ve sürekli yinelenip durduğu bu "mutlak
değişmezlik" içinde, Behramoğlu'nu ilgilendiren "sonsuz hayat" ya da doğanın
"budalaca bir yinelenme"si değil, sınırlı, süreli, ölüme yazgılı hayattır; "bir
daha geri gelmeyecek" olandır, "Bir sabah göğünün maviliği", "O sevinç parıltısı
/ O garip ilkbahar / Gözlerindeki esrar / Bir aşk şiiri kıvılcımlayan / Derin
bir su akıp giderken / Yeşil otlar üzerinde / Yuvarlandığımız" anlardır.
"Öyleyse her şeyi kanatmalıyız", yani duyarak, duyumsayarak, derinleşerek,
düşünerek, düşündürterek, acıyı da, sevinci de, mutluluğu da, mutsuzluğu da aynı
derecede içselleştirerek.
Ancak, "yaşadığım dünya adaletsizdi", diyecektir Behramoğlu; "Baştan sona
bireysellikti / (...) İnsanlar birer gölgeydi / (...) Kuşlar mevsimleri
şaşırmıştı / (...)/ İnsan artık üreten değil / tüketen bir şeydi ve tüketilen /
İnsan artık derinlik değil / Bireydi / Parçası bir sürünün /(...)/ İnsan celladı
ötekinin / Kendinin katiliydi /(...)/ O sevgi elektriği kesilmişti kaynağından /
Yaşadığım dünya adaletsizdi /Ahmaktı, bilinçsizdi /Farksızdı kör bir
köstebekten". Çağdaş toplumun bireyselleşerekbenciUeşmesi, giderek insani
niteliklerinden uzaklaşması; köklerinden kopartılmışlığın, parçalanmışlığın,
iletişimsizliğin, yalnızlığın, içe kapanmanın, yılgınlığın, yabancılaşmanın,
çıkarcılığın yarattığı "Her biri bir gölge ve rüya olan" çağımızın insanlan ..
Robotlaşan insan, mekanikleşen hayat, sıradanlaşan ilişkiler .. Nesnesini,
arayan sevgi.. Gerçek yüzlerinin peşindeki maskeler ..
Hayatın materyalist ve toplumsal boyutu nesnel gözlemlerle bir "durum saptaması"
olarak öne çıkarken, bireysel boyut anılar, itiraflar, düşler, çağrışımlar,
hesaplaşmalar, yüzleşmeler, sorgulamalarla destansı bir söyleme dönüşür. Yüzeyde
yaşanmış olanlar dip akıntılarına karışır; "gerçekle gerçekötesi" iç içe geçer;
zamansal kategoriler birbiri içinde sürüp gider; insan, mekân ve eşya bitimsiz
bir akış içinde kaybolmuş bir bütünlüğün ip uçlarını verir okura. Bellekte "iz"
bırakmış şeyler bir "iç yolculuk" olan anılarla bugüne taşınır. Çocukluk,
ilkgençlik, ergenlik düşleri, doğa ve kent manzaraları ve uzun trenler, gece
yolculukları, yağmurlar, güneşler, çiçekler, içinde kaybolmak istenen hayat ve
yalnızlık ve gökyüzü, "usulca akıp giden" ilk aşklar ve "yüzleri sisler ardında
sevgililer" .. Hepsi, tanıktır bu hayata; "Ah biliyorum, tam tutmuş gibiyken /
Elimden kayıp gidiyor o şey"; ve zaman, boşluk duygusu, yalnızlık, insanın
acizliği, ölüme yazgılı oluşu.. Eksilerek yaşama: "Hayatımız/Su üstüne yazılan
/Bir yazı değilse / Bu yitip giden şey nedir" "Öyleyse her şeyi kanatmalıyız I
Yürürken bir yaz yolunda/ Kan ter içinde yürürken / Gövdemin içinden geçen /
Irmakları düşünürken" ; "Delice yürüyerek, ayaklarım kanasıya /Ben her yerimi
kanatarak yaşadım bu dünyada". Öyleyse, nasıl akılda tutabilir insan kendi
varoluşunu, nasıl kazıyabilir bir yere yaşamış olduğunu? Hayatın şiir ve zamanla
ilişkisi nasıl bir diyalektiğin ürünüdür? Hayata Uzun Veda, "geçmeyecek olanı /
Geçip gidende" aramak değil de nedir? Geçip gidenin, sonlu olanın içinde
"geçmeyecek olanı" aramak, sonsuza kalmak, sonsuzca kalmak, "iz" bırakmak,
ölümden sonra da sürmek değil de nedir? "Sanki her zaman beni bekleyen / Yeni,
yepyeni / Bir şey vardı / İşte bu en gizemli sözcüktü / Bilinmezin içinde
kımıldayan / bilinmez beni çekiyordu". Aslında, şaşılacak bir yanı yoktur bunun;
çünkü, insan bir "arzu varlığı"dır; bir şeyin ne denli "sonlu" olduğunu bilse
de, arıyor, istiyor, özlüyor, umuyor .. "Yeni bir tende / kaybolmak / Şafağı
keşfetmek / Yeniden / Ve bir sabah / Bir tren istasyonunda / Uyanmak / Bir taşra
kentinde /yepyeni bir/Denizin kıyısında"; tıpkı Baudelaire'in "koca Kaptan"
ölümle söyleşindeki gibi: "Dalmalı uçurumun dibine, Cehennem ya da Gökyüzü, ne
fark eder? /Dalmak Bilinmez'in dibine yeniyi bulmak için!". "Yeni"yi bulmak ya
da "Her şeye yeniden başlamak" yaşanmış olanı başa almak, zamanı tersinlemek
değil mi? Ancak, Behramoğlu'nda geçmiş zaman, yaşanmışlık bir kez yaşanıp da
sonsuza dek yitirilmiş olanın özlemi değil, Bergsoncu bir zaman algısıyla,
şimdiki zamanda tüm bir hayatın üst üste binmiş, iç içe geçmiş, birbirini
kronolojik olarak izlemeyen, aynı anda birbirinin içinde süren üç zaman
boyutunun, -geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zaman-, bir toplamıdır; geçmiş
zaman, "sürekli olarak akan zamanla gelen yeni deneyimlerle zenginlik, doluluk
kazanır (...) Geçmiş olan an, geçmiş olduğu andaki durumuyla kaydedilmez
belleğe; o, hiçbir zaman aynı kalmaz; sürekli olarak 'akış' içindeki yaşamla
yenilenir; sürekli olarak bir şeyler eklemlenir durur ona; bir yaşantı, dahası
bir yaşam her zaman önceki yaşantı ve zamanların bir toplamıdır. Şu anda
'olduğumuz şey', şu anda 'olduğumuz şey' değil, öncekilerin eklemlenmesiyle
oluşan şeydir"5. XI. Şiirde, "kendi olma"ya, "kendi kalma"ya çalışan şair,
şimdiki zamandan geçmişe baktığında geçmiş hayatının "hatalarla yüklü" olduğunu
bulgular; oysa, geçmişte yaşadığı şey "hata" olarak yaşanmış bir şey değil,
şimdiki zamanda, yani şimdiki zamana gelinceye kadarki hayatının onda doğurduğu
bir olgu ya da izlenimdir; "önceki yaşantı ve zamanların bir toplamı"; tüm bir
hayatın deneyimlerinden çıkan bir değerlendirmedir. "İşte ilkbahar yaklaşıyor /
Yeni şiirler umdurarak" dizelerinin doğurduğu gelecek tasavvurlarının içinde,
şimdiki zamanla birlikte koca bir geçmişin sürüklenip gitmediğini kim
söyleyebilir? "Hayat içimden sel gibi akıyor / Kütükler, çatılar / Leşler, yitik
umutlar/Ve içimde birikmiş ne varsa / Bir başka ufka taşıyarak / Ve daha başka
bir ufka / O ufkun da ötesinde " .
"Her ölüm erken ölümdür", diyordu Cemal Süreya; geride hep tamamlanmamış bir
"yazgı", bir "türkü" bırakarak; Behramoğlu da "Herkes kendi şarkısını söylüyor /
Ve söyleyecek, /Issızlıkta" diyordur; ölüm, "sanki bir başka kıyıya gitmek
gibiydi" /(...)/ Sanki zamandan /Daha başka / Bir zaman / Kesitinde". Nedir
ölüm, yani sözsüz ve "kımıltısız kalmak" bir şair için? "Ölü ve suskun olmak /
Bir şaire nasıl yakışır / Şair / Nasıl susabilir / Şiirsiz / Boşlukta" . Cevabı,
Behramoğlu kendisi verir: "Ölü şairler /Sonsuz bir /çember çevirerek / Geçtiler
/ Geride /Kırılgan belki / Ama şu /Dünya dediğimizden /Daha kalıcı /Daha çok
/Güven veren /Sözcüklerden / Bir dünya bırakarak". Ölüm, kişiyi silebilir ancak,
"iz"ini değil. Şairin geleceğe bırakacağı miras, sözcüklerden kurulmuş bir
dünyadır, yaşanmış, düşünülmüş,
düşlenmiş, kurgulanmış bir dünya. Ölümü hiçe çıkarmanın yolu hayatı duymak,
içini doldurmak, işlemek, düşlemek; "sözcükleri kanatmak", aşkla sevmek,
"nesnelerin küçülüp / Ufkun genişlediğini görmek", "Bir şeyi akılda sımsıkı
tutmak", "Büyük bir kentin ışıklı caddelerinde /Hiç kimseymiş gibi kaybolup
gitmek"," Sonsuz bir kırda sonsuzca koşmak", "Görülmesi gerekeni / Görmeyip de /
Kimsenin görmediğini" görmek, "Durmaksızın bir şarkı söylemek / Ve yürümek /
Seslerimizin oluşturduğu / Köprüde", ve belki de en önemlisi bir çocuk bir
yetişkinde ölüp gitmesin diye "her şeye yeniden başlamak" .. ya da "Yeryüzü
dediğimiz /Şeye ait ne varsa /Hepsini tek bir / Şiirde yoğunlaştırabilmek";
çünkü, "Aşk ancak ölüme karşı kazanılabilir", şiir de..
Behramoğlu'ndaki çocukluk hayata tanıklığın en içten ve en dolaysız biçimde
anlatımıdır. Hayata Uzun Veda'nm büyük oranda çocukluğa "uzun bir veda" olduğunu
söylemek abartılı olmaz. Andre Gide'in, "Hiçbir zaman yetişkin bir insan
olmayacağım, yaşlanmış bir çocuk olacağım" sözü Behramoğlu için de söylenmiş
gibidir; gerçekten de, onda, yetişkin insanın altında "büyümüş bir çocuk"
gizlidir, "Kulağı bütün tıkırtılarda / Gözleri ardına kadar açık (..!) Ve
uçurumlara meraklı (...) Ama sanki en çok / Kendi içini dinleyen" ve hayatı ..
Her şeyinin, sesinin, düşgücünün, akıl yürütmesinin, eşya, dünya algısının
kendisine özgün olduğu çocuk ile, "seslerden ve mecazlardan bir şey yaratmak",
"bir dokunuşu sonsuzlaştırmak" hevesinde olan şair gizemin, bilinmeyenin,
düşgücünün hazzını yaşarlar. Behramoğlu için çocuk, başlangıçtır her şeye.
ilklere, keşfe, yolculuklara; o, eşya ve dünya ile olan ilişkilerinde farkında
olmadan mistiktir, simgecidir, animisttir; yarattığı dünya kendisiyle,
algılarıyla, düşleriyle, ufkuyla sınırlıdır; içinde, ne geçmiş özlemi, ne
gelecek umudu, ne hayatın gelip geçiciliği, boşluğu, ölüm kaygısı vardır;
yarattığı dünyanın efendisi olan çocuk sonsuz bir şimdiki zamandır. Yetişkin
için ise, çocuk hayatın çiçeklenmesidir; masumiyetle, tazelikle,
bozulmamışlıkla, kendilikle, içtenlikle özdeştir. Ancak, Behramoğlu'nun içini en
çok acıtan, içindeki çocuğun kendisiyle ölecek olmasıdır: "Ölmekten korkmuyorum
/ Ama en çok / O çocuğa acıyorum/Benimle ölecek olan"; çünkü, meyve çiçeğe neyi
borçluysa, bugün olduğu şeyi O'na borçlu olduğunun farkındadır; kesilmiş bir
ağaçtan fışkıran filizin yazgısı gibi, kendi sonunda çocuğun yazgısını görür.
***
XX. ve son şiir olarak düzenlenen "Epilog", doğanın, dünyanın değişmezliği ve
ölümün karşı konmazlığına karşı, derin bir hümanizmayı; içinde tanrılara yer
olmayan mutlak bir insan merkezli evren anlayışını; ölümün simgesel gücü zamanın
hayatı esirgediği düşüyle ve tüm varlıkların; ağaçlar, kuşlar, böcekler, yer,
gök ve denizlerin hep bir ağızdan, kol kola, konuşmaya başladığı ya da bir şarkı
söylemeye koyulduğu görkemli bir "büyük senfoni"yle "umut"u sonsuza
taşımaktadır: "Dünya / Bir çocuk korosuna / Dönüştüğünde / Belki o eşsiz /
Şarkıda / Buluşulacak / Ve benim / Uzun / Vedâm da / Belki bir bölüm /
Oluşturacak / O büyük / Senfonide / Ayak parmaklarının / Ucuna basarak / Dünyayı
ve kendini / Keşfe çıkan / Düşsever çocuğun/Minik bir/Katkısı olarak.".
"Yazgı" önünde, insanın özerk ve yaratıcı gücüne, akim egemenliğine inanmıştır
Behramoğlu Gide'in Theseus'u gibi; insanın, "talihinden hoşnut, başı öne eğik
kalmaya razı olmasını kabul etmedim, yükseltmek istedim onu (...) Benim, büyük
gücüm, evrime inanmaktan geliyordu (...) Ben yeryüzünün çocuğu olarak kalıyorum.
Ve sanıyorum ki, insanoğlu nasıl olursa olsun, senin dediğin gibi kusurlu bile
olsa, elindeki kozları oynamalıdır"6. En büyük "koz" da, tüm gelip geçiciliğine
karşın, "insanlık onuru ve saygınlığı" olsa gerektir. Oidipus trajedisinin kör
kâhini Tiresias'm, "tanrıyı görmek için, dünyayı görmemeliyiz" sözü bu bağlamda
ne kadar da yabancı kalıyor dünyayı, "kendi bahçeleri"ni, "yapıf'larını,
"yaşamış oldukları şey"i gelecek kuşaklara bırakılacak miras olarak gören
Theseus ve Behramoğlu'na.
Behramoğlu'nun Hayata Uzun Veda'sı hayata tanıklıktan öte bir şey.. Hem, bir
şairin tanıklığı nedir ki "söz"den başka? "Söz"e dökülmemiş bir hayat nedir ki
unutulmuşluktan başka ?
NOTLAR
1 Andre Gide, Thesee, Çev. Babiir Kuzucu, May Yayınları, İstanbul, 1967.,
s. 72. z Ataol Behramoğlu, Hayata Uzun Veda, tekin Yayınları, istanbul, 2008.
3 A.g.y.,s.9
4 A.g.y.,s.I0
5 Kemal Özmen, Tanpınar'ın Şiirindeki Bergson ya da 'Bugünün Işığında Maziyi
Görmek Keyfiyeti', Frankofoni Ortak Kitap, No: 17, Ankara, 2005, s.89.
6 Andre Gide, Thesee, Çev. Babür Kuzucu, May Yayınları, İstanbul, 1967., s. 65,
70, 72.